Turlamaktan Turhan - 1034. Macera

vefat | patron | yumurta | taş | çatı | destan | ciğer | kapı
İfade kabızlığı vadisinde kısa süren bir duraklamadan sonra Turhan ve Yeğeni Ali sonraki aleme akmanın yolunu araştırmaya başladık. Aslında hiç bir şey aramıyorduk. Sadece hissediyor ve yürüyorduk. Gökyüzünün görünmediği kadar sık bir ormanda, rüya mantığı içinde her nasılsa oluşmuş patika bir koridoru takip ederek uzun süre yürüdük. Havadaki nem elle dokunulunca insanın önce parmaklarını ıslatıyordu. Patika-koridor devin de devi bir Sekoya ağacında nihayet buluyordu. Sekoya ağacına biraz tırmandık. Ağacın muhtemelen göbeğine rast gelecek kadar ortalarda bir yükseklikte neredeyse bir kamyonun sığacağı kadar geniş bir delik bulduk. Delikten geçip, işte, yeni bir aleme naklolduk. Gökyüzü koyu griydi, etrafta yeşilin tek bir tonu bile yoktu. Hava kesifti. Gözün görebildiği her yer bulanıktı. Hava bir sisten ibaret gibiydi. Uzun bir kanyondan yürümeye devam ettik. Bir tabela gördük: İzah Gayreti Tüneli. Bilinmez hangi alemin arkaik bir lisanında yazılmış bu tabelayı okuyunca bir şeyler hatırlar gibi olan ben, Turhan, kafa bulanıklığımı uzun süredir bir şeyler yememiş olmanın yorgunluğuna bağladım. Tünelin ucundaki ışığı görene kadar zifiri karanlıkta yürümeye devam ettik. Etrafta siyahın bütün tonlarının muhteşem bir uyum içinde ittifak edişi zihinlerimize bütün alemlerde edindiğimiz hatıraları en az uyaranın bulunduğu bir içsel konfor ortamında rastgele hatırlama imkanı veriyordu. Dikkati yoğunlaştırmakta sorun olsa da uyaranların azlığı en serbest çağrışımlara yol açıyordu. Ben, Turhan, çocukluğumu hayalen de olsa yaşayıp, ilk gençliğimin gereksiz uyaranlarıyla heyecanlandıktan az ötede orta yaşın ölüm sonrasına açılan gerçek gençliğe ulaşma, sonsuz gençliğe burnu değecek kadar yakın olma ihtimaliyle tam canlanmıştım ki Tünel orada bir yerlerde bitiverdi. Tam tünelin onların azimet istikametine göre bittiği yerde çağlayan bir suyun döküldüğü bir uzun, derin, tünelden de karanlık bir çukura rast geldik. Çantamdaki, "istenen hemen hemen her şeyin çıktığı" bölmeye elimi attım, tuhaf bir çift paraşüt çıkıverdi. Yağmurlardan sonra kocaman yapraklarıyla bazı bahçeleri işgal eden o adını bir türlü içselleştiremediğim bitkiye benzer bu paraşütü omuzlarımızdan bedenimize bağladıktan sonra kendimizi boşluğa bıraktık. Karanlık çağlayanla beraber bir insan ömrüne göre bir hayli uzun gelecek bir süre zarfında düştükten sonra suların derinlikleri bizi daha da karanlığın, en karanlığın içine çekti sonra muhtemelen başka bir alemin bir okyanusuna iade etti. Suyun üzerinde nasıl durabildiğimize şaşırarak, suların üzerinden yürüyerek ilk gördüğümüz adaya kadar hareket etmeye devam ettik. Sarı güneşin sıcacık haliyle ısıttığı, kumsallarında yengeçlerin yan yan yürüdüğü, yeşilin özlediğimizden de çok tonunun kalbimizi bir şekilde tatmin ettiği bu nefis atmosfer dinlenme ihtiyacımızı aklımıza getirdi. Bu aklımıza gelmese daha asırlarca yürüyebilirdik.
Tam kafalarımızı sırt çantamıza verip, sırt üstü uzanıp, muhtemel muhteşem rüya alemlerine dalmak üzereyken yerden bir metre kadar havada durabilen gri metalik bir konuşan android başımızda dikilip, bizi rahatsız etti. Kapitalizmin en tuhaf çeşitlerinden birinin uygulandığı bu mülkiyet aleminde gerekli salmaları, vergileri, ödentileri ödeyip, ödemediğimiz soruluyordu. "La Havle" deyip sırt çantamdan mümkün olan her çeşit para ve türevini çıkardığım halde hiç biri geçer akçe olmadı. Ayakbastı paramızı çıkaramadık. Android bizi patronuna götürmek zorunda olduğunu beyan etti. Direnirsek tutuklanma tehdidine daha direnme kararına niyetlenmeden maruz kaldık. Anlamsız bir mülkiyet hissinin işgal ettiği bu eksik cennette dinlenmek hususundaki kararlılığımızın bedeli neymiş görelim diyerek andoide uyarak, peşinden seyirttik.
Patron bizi ayakta karşıladı. Onu bir yerden çıkaracak gibi olduk ama bir türlü hatırlayamadık. Demek hala dinlenme ihtiyacı içinde yorgun adamlardık. Üç bacağı olan yüksek bir taht. Tahtın sağında ve solunda grinin farklı tonlarında ve yerden yine birer metre yükseklikte asker androidler ve tahtın arkasında elinde jaluziden bozma bir yelpazeyi tahtın ortasında göbeğini kaşıyarak yatar vaziyette oturan patronun tepesinde aheste aheste hareketlerle sallayan bozgri bir android.
Patron, androidden bozma bir ademoğlu taklidiydi. Şu ana kadar gördüğümüz androidler çinkodan mamul cami kubbelerine benzerken bu tam bir küre ve kürenin tepesinde uzun bir baca boyun ve boynun üzerinde ikinci ve bir çift gözü olan bir küreden ibaretti. Bir adı sanı var mıydı sormadık. Anlamadığımız ve anlamak da istemediğimiz bir dilde bize bağırdı, çağırdı. Patronluğun şiarı muhataplarına bağırıp, çağırmak olsa gerek. Sükunetimizi muhafaza ederek, edebimizle dinler gibi göründük. Dinler görünürken görünürken tepemizin tası attı. Böylesi durumlarda akla gelebilecek tuhaf sorulardan "yumurtayla taş tokuştuğunda hangisi kırılır?" sorusuyla aklımız meşgulken, sırt çantamızın ilgili bölmesinden çıkardığımız bir ışık bombasını androidlerin objektiflerini kör edecek bir ışık çıkarması için meclisin ortasına yuvarladık. Çıkan işgalci ışık hüzmelerinin göz kamaştırıcı parlaklığı karşısında sağını solunu karıştıran nöbetçi androidler birbiriyle tokuşurken yürüyerek tahtın arkasındaki ormanlık alana daldık. Her metaforun derin bir anlamı olmak zorunda değildi. Belki de bu nadirattan olarak misyonsuz maceralarımızdan biriydi. Bilemiyorduk. Biz sadece yürüyorduk. Yürümeye devam ettik. Dinlenmeyi yıllardır bir kez daha umulmadık bir sonraya ertelemiştik. Sanki günlük hayatta isteyerek, istemeden zamanda ilerlerken olaylar makul giriş - gelişme - sonuç planlamasıyla mı yaşanırdı? Hayatın anlamı tam olarak bu olmasa gerekti. Her hikayenin bir çatısı olmak zorundaydı ama çatının altında illa birilerinin yaşaması, bir şeylerin var olması gerekmiyordu.
Çok çok önceleri başka bir maceranın tuhaf alemlerinden birinde her birinin adını bir edebî türden aldığı şehirler silsilesi içinde kaybolduğumuzu hatırladık. Hakikaten içinden çıkılması en zor alemlerden biriydi. Biz ki, neredeyse hiç bir alemde yolumuzu kaybetmemişken, o alemde, az kalsın, macera ruhumuzu kaybediyorduk. Hassaten "Destan" isimli şehirde, kendimizi bir isim-şehir oyunundan bozma bir zekayla kıtlığın dibinde yapışıp kalmış bir ahalinin ortasında, onların aşkının hedef nesnesi olarak, zincirlere vurulmuş bir halde, asırlarca esir kalmak ihtimalinden zor kurtarmışlığımız vardı. Bunu hatırlamak bile içimizi daraltıyordu ki burnumuza gelen bir ciğer kokusu bizi kendimize getirdi ve aşkın açlığımızı hatırlattı. Evet, demek ki hâlâ insandık. Her ne kadar ciğer yemeğini hiç sevmesek de bu duyduğumuz koku, zaruretin haramı bile mazur kılması hikmetinden hareketle, iştahlarımızı inanılmaz açtığından kokunun izini takip ettik. Burnumuzun yettiği yere kadar aradık, yeteneğimizin yetmediği yerde yine sırt çantamızdan, gerektiği için, koku takip cihazı denebilecek tuhaf bir cihaz çıkararak, aramamıza devam ettik. Bir hayli devam ettik. Öyle ki, az kalsın neyi aradığımızı unutacak kadar aramanın sınırlarına yaklaşmıştık, hatta aramanın da ötesine geçiyorduk. Öyle bir ân'a ulaştık ki, bizim için aramanın kendisi bir gaye olmuştu; aramanın verdiği hazla karnımızın doyduğunu fark ettik. Karnımızın doyduğunu anlar anlamaz da önümüzde bir kapı belirdi. Yok yerden beliriveren bu kapıdan geçsek mi, geçmesek mi tam kontrpiyede kalmışken gaipten bir ses duyduk. Kime ait olduğunu ve ne demeye çalıştığını anlayamadığımız bu ses içimizde büyüdü, büyüdü, tam ruhumuzu esir alacakken kendimizi kapıdan içeri zor attık. Hele şükür. Galiba bu macera bitmişti.
Ahmet Kubilay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İKİ SEÇENEK: YENİ ZİHİN VEYA KÖTEK

“Çin halkı, herhangi bir yabancı gücün kendisine zorbalık etmesine asla izin vermeyecektir. Bunu denemeye cesaret edenler kafalarını çelik b...