Turlamaktan Turhan – 1035. macera

ceza | karizma | takke | minare | tespih | katiüttarik | kahve | bilgisayar
“Puro sağlığa sigaradan daha fazla zararlıdır.” Tahtada bu cümle yazıyordu. Turhan ve Yeğeni Ali, bu yeni “avatar”ın içinde ecişik bücüşük, sıcaktan bunalmış, çok çok daralmış, sabır ehli hallerinde dişlerini sıkarak duruyorlardı. Yeğeni Ali, hayret, içinden düşündü: “Bu nasıl bir ceza? Bu niye bir ceza? Bu, ceza, off…” Çok da şaşılacak bir hal değildi, imlası bozuk Yeğen Ali, sağ omzunu hafiften bana, Turhan’a vermiş, acı acı pufluyordu. Karizmanın zıddı neyse o halin acınası suretinde görünmekte olan hoca, bir elinde beyaz tebeşir, diğer elinde sarı bulaşık bezinden silgisi, konuşurken ara ara sınıfın, tepesi yeni yağmış ve vuran güneş ışıklarıyla yakamoz yakamoz parlayan tepelerine bakarak sanki derin derin düşünüyormuş gibi enginlere dalıyor, ısrarla aynı cümleyi, tahtaya yazdığı cümleyi okuyup, duruyordu: “Puro sağlığa sigaradan daha fazla zararlıdır.” Aslında ortada teknik anlamda kanıt yoktu. Puro içen bir deney grubu ve sigara içen bir kontrol grubuyla yapılmış tercihan İsviçreli bilim adamlarına havale edilmiş bir bilimsel deney yoktu. Deneyin sonuçları yoktu. Zihnen kuvvetli sayılabilecek bir karineyi, muhkem kaziye gibi okutmak derdindeki hoca, malum kavmin asırlardır yaşadığı muhakeme ve mukayese probleminin müşahhas bir örneği olarak önümüzde, sapasağlam, dimdik ayakta dikiliyordu. “Puro sağlığa sigaradan daha fazla zararlıdır.”
Aslında bize göre kiyafetsiz ve yeterli mesnetsiz bu iddia, bir dilbilgisi çözümlemesi açısından bile ilgimizi çekmiyordu lakin içine sıkıştırıldığımız bu kılık, kıyafet ve acınası bedenler yüzünden, ve bu bedenlerin taşıması gereken öğrenci kimlikleri yüzünden ilgili ve çok mühim bir şeyler öğreniyor gibi olmak görüntüsü vermek zorunda kalıyorduk. İçimiz şişti, şişti, kafamız birkaç numara büyüdü, büyüdü derken Allahtan zil çaldı da teneffüs imkanı bulduk. Mektebin koridorları sınıf kapılarından bulaşıcı ve koyu bir sıvı gibi bir öğrenci kalabalığıyla doluverdi. Üstümüze başımıza değmesinler diye yaptığımız beden manevralarıyla herhalde uzaktan bir seyreden olsa çok tuhaf bir vals yapan bir ikiliydik. Kendimizi bahçaya zor attık. O bahça ki kiraz, zeytin, ananas, muz, ekmek ağaçlarıyla serapa kuşatılmıştı. Maymunlar dallardan dallara atlıyor, kutsal inekler, öğrencilerden yol bulabilirlerse nazlı nazlı salına salına etrafta seyrediyor, çimlerin arasına serpiştirilmiş fıskiyeler elimize, yüzümüze nokta nokta su sıçratıyordu. Çok azını anladığımız bir dille tekellüm eden etraftakiler öyle gürültü patırtı yapıyorlardı ki kendi iç seslerimizi zor duyuyorduk. Müfredat ve onun kadar günlük programdan da haberi olmayan bizler, bahçadakilerin ağır ağır dış kapılardan ve kocaman cümle kapısından dışarı süratli damlalar halinde sızmasından anlıyorduk ki bugünlük dersler bitmişti.
“Kalabalık dağılsın da, rahat rahat çıkalım” diye beklerken bir bahça dolusu öğrenciyi tükettik. Bankta oturup, sırt çantamızdan çıkardığımız ispermeçet balinası sandöviçini yemeye niyetlenirken temünki hocanın takkesi ağır ağır önümüzden, bir adamın kafası hizasındaki mesafede süzülerek, uçtu geçti. İhtiramla ayağa kalkıp, frenk usulü reverans yaptık. Saygıyla eğildik. Yeğenim Yeğeni Ali, eğilirken özensizliğinden ve motor hareket kontrolsüzlüğünden sandöviçinden ispermeçet balinasının kuyruğunu Aksaray granitiyle kaplanmış yaya yoluna düşürdü. Düşen kuyruk bir iki çırpındı sonra granite ağır ağır kaynayarak gözden kayboldu. Hani küçücükken dondurmamızın külahının tepesinden bir, bilemedin iki top dondurma düşer de öyle erir, kalır ya düştüğü yerde. Ömür boyu tersinemez bu küçük ama hisli hatıralar insanda nasıl bir yoksunluk, acizlik hissi doğurur. Sanırım Yeğeni Ali, aynen öyle hissetti. Akrabalık gayretiyle kendi balina kuyruğumun yarısını onunla bölüştüm. Kuyruk bölündükçe çoğaldı ve yepyeni kocaman bir balinamız daha oldu.
Neden verildiğini unuttuğumuz bu cezadan kurtuluşumuz da bu iyi niyetli davranışım vesilesiyle oldu. Üzerimizdeki avatar kıyafetler güneşte eriyerek, damla damla, aka sıza üzerimizden aktı, gitti. Bu “cezanın sebebinin unutuluşu” zinhar bir kurgu kolaylığı için tevessül edilmiş bir oyun değildir! Bu nisyanın bir hikmeti vardır ve ilerleyen dakilalarda herkesçe anlaşılması umulur. Eski bedenlerimizin ölçüsüne çıkmanın rahatlığıyla adım adım yürümeye başladık. Alemlerden, bizi okuyanların çoğunun da bildiği bir alemin, bir tarih döneminde kullanılan takvimine göre onuncu asrın ortalarına düşen bir tarihte, hemen bir gölün yanında kurulmuş bir kasaba irisindeydik. O günün anlayış ve şartlarına göre bir şehirdeydik. Çarşısının sokakları türlü iklimlerden değişik sebep ve vesilelerle gelmiş yabancılarla lebaleb dolu olan şehirde en dikkat çeken yabancılar biz olmalıydık. Ne acı, kendi tohumlarımızı taşıyan bu şehir bizi yabancı buluyordu. Dilimiz yabancı, şeklimiz yabancı, ağzımız, burnumuz, yüzümüz, gözümüz yabancıydı. Uzaktan kokusunu aldığımız, parlaklığına kandığımız gölün sahiline geldik. Birkaç ilkel teknoloji eseri kayıkla temaşa eden yerlinin tuhaf ve merakaver bakışları altında suda yürüyerek gezintiye başladık. Hayret nidaları, korku çığlıkları, şaşkın seslenmeler, meraklı fısıltılar birbirine karıştı. Biz tınmadan yürümeye devam ettik. Gölün tam ortasına yöneldik. Suda bir girdap peydah oldu. Girdap yeterince genişleyip, gerektiği kadar derinleşince, girdabın yivlerinden yürüye yürüye aşağı indik. Böylelikle kim bilir arkamızda birkaç nesilde efsaneleşecek ne tuhaf bir hikayecik bırakmış olduk.
Girdabın dibini bulduğumuz sular iyice kararmıştı. Bir yerlerde saatler geceyarısını gösteriyor olmalıydı. Sırt çantamızdan meşhur ve defalarca, mütevatir maceralarımızda varlığı ve ne işe yaradığı beyan edilen çubuğumuzu çıkardık. Suyun dibinde nisbeten kuru bir yerde zemine eğildim ve çubuğu iki avucumun ortasında tutarak, ellerimi ileri geri hareket ettirmek suretiyle çubuğu deveran ettirdim. Her ne kadar her defasında ağır baş ağrısı yapmasa da netice itibariyle insan ruhunu alemlerin daha da derinliklerine açan bu işlem her zaman olduğu gibi önce ağır ağır sonra hızmla ilerleyip, bu kez boyutlararası gerçek bir girdaba sebep oldu. Girdabın içinden yine Zülkarn eğilip, geldi.
“Sırada ne var?” soruma “Bir minare var” cevabı veren Zülkarn, turkuaz renkli bir dosyayı elime sıkıştırıp, “eyvallah” diyerek gözden kayboldu. Dosya içeriği şu noktadan sonraki yolculuğumuzda yapacağımız işlerin ayrıntılarını içeriyordu. Dosyayı sindire sindire okudum. Operasyonun adı: “Minare” idi. Biraz uyuyalım, sonra devam ederiz diyerek, yosunların arasında bir yere iki arkadaş kıvrılıp, yattık. Uyandığımda dosyanın arka kapağında dört bilemedin beş punto “Trebuchet” fontuyla yazılmış bir uyarıyı fark ettim. Sırt çantamdan çıkardığım seyyar tarayıcıya okuttuğum ikazın çıktısını yine sırt çantamdan çıkardığım dört boyutlu yazıcıyla almaya kalktım. Yarım saat sürdü. Ultra modern yazıcı çıktıları cilt cilt kitaplayıp veriyordu. Yarım saat sonunda elimde okumak zorunda olduğum tam otuz cilt kitap halinde “minare operasyonu dosyası” vardı. İlk cildin ilk sayfasını açtığımda iki sayfanın arasından Zülkarn’in holografik mesajı çıktı: Dudağını şapırdatarak konuşan Zülkarn, “eğer bir hikayede bir minare geçiyorsa, o minareden illa güzel bir ikindi ezanı okunmalıdır” diyordu. Düğmesine basıp durduruna kadar Zülkarn aynı cümleyi sinir bozana kadar tekrarlayıp, durdu.
İçimden diksiyon dolu bir iç ses: “Minare ameliyatı başlasın” dedi. Daha ileri gidebilmek için birkaç yüz metre geri geri gittik. Sonra alemin çeperinden yukarı bir ultra jet hızıyla fırlayıp çıktık.
Belki başka bir zamana, belki başka bir zaman benzeri boyuta düştüğümüzü hissettim. Yolda habire salavat-ı şerifeler okuduk. Yeğeni Ali ara sıra uyukladıkça tepesine tepesine terliğimin tabanıyla şefkatle dokunuyordum. Bir körfeze indik bir yarım zaman kadar sonra. Neyin yarımı tam bilemedik ama bu kadar yorulduğumuza göre uzuun bir zaman dilimini yiyip, bitirmiş olmalıyız. Nasılsa yeni nesil Z pillerimiz ihlaslı düşüncelerimiz sayesinde durduğu yerde bizden ayağı alıp, şarz oluyorlardı. 
Körfez, bir zamanlar, çok eski ve yitik bir mutluluk çağında köhne ömrümün birkaç yılını parça parça geçirdiğim bir şehrin de hemen bir ucuna iliştiği kıvrım kıvrım se harfi çizen bir coğrafyanın körfeziydi. Sahilden içeri, bir hayli içeri yürüdük, birkaç gün ve gece birbirine kavuştuktan sonra tam gün ağarırken hedef kasabanın tabelası bizi dimdik karşıladı: “Tıp Tıp Eder Yüreğir”.

Tespih kültürünün görünürde çok yaygın, hakikatte ise dünyasının mensuplarını ayak takımı kültürünün zirvesinden başka bir yere götürmediği şehirde tespih yapıp, satacaktık. Tespihlerimiz okunmuş ve yedi sene garantili olacaktı. Bizim tespihlerimizi yedi sene çekmeyi başaranların bir daha zikirden düşme ihtimali yoktu. Lakin edinilmiş türlü türlü tespih sallama geleneğini nasıl aşıp, nasıl ıslah edebilirdik. Negatif transferin yığın yığın saldırılarını nasıl yiğitçe ve bir zafere varacak surette nasıl göğüsleyebilirdik. Zor işe benziyordu.
Şehri gören en yüksek tepeye dikildik, ufku kolacan ettik. Şehirden çıkan ve şehre giren düşünceleri kontrol ettik. Hislere baktık. Yanılgıları sezdik. Esinlenmeleri, kabarmaları, sukuneti, pişmanlıkları değerlendirdik. Genel vaziyeti analiz ettik. Çalışırken çalışırken kafamız şişti. Turp yedik, şalgam suyu içtik. Sonra düşündük, düşündük, düşündük. Bakara Suresi’nde “Efendisi Adem’e kelimeleri verdi” demiyor muydu? O noktadan harekete başlayabilirdik diye karara vardık. Veya “Adem Efendisi’nden kelimeleri telakki etti.”
“Yetelekka!”
Mesele “Emir’deki manaları almak” meselesiydi. Üzerinde neredeyse hiç düşünmedik. Sadece hissen aklederek bir tepeden diğerine seke seke şehri tavaf ettik. Tavaf ettikçe hızlandık. Hızlandıkça hızlandık. Hızlandıkça merkezi şehrin merkezine denk gelen bir girdap oluştu. Biz daha da hızlandıkça da girdap şehri görünmez kılana kadar çoğaldı ve hızlandı. Şehirdeki minareler birer ikişer girdaba kapılıp, göğe çekildiler. Bütün şehir yerle bir olacakmış gibi titriyordu. Yer gök toz tufan. En sonunda yorulduk da durduk. Fırtına dindi.
Ameliyat tam neticelenmemişti çünkü plandan üç kelime eksikti. Madem şehir manayı telakki etmiyordu, biz şehrin manasını alıp, kaçırmıştık. Belki de "alınacak tam netice" bu idi.
Ahmet Kubilay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İKİ SEÇENEK: YENİ ZİHİN VEYA KÖTEK

“Çin halkı, herhangi bir yabancı gücün kendisine zorbalık etmesine asla izin vermeyecektir. Bunu denemeye cesaret edenler kafalarını çelik b...