Yıldırım | Şükran | Karakter | Siyah | Bavul | Terazi | Kaptan | Babil
Kara Kapı’dan geçmek üç saat sürerdi. O yüzden bayırı dolandık. Döne döne yükselen yol bizi zirveye taşıdı. Yeğenim Ali ve ben, Turhan üç saat sürecek yolculuktan kaçarken beş saat tırmanmıştık. Yorgunluk iliklerimize kadar sirayet edince ayaklarımızı uzatarak bir Özbek pilavı kazanının en yü...ksek noktadaki kenarına tünemiş bir... uğur böceğinin bir derinlik ve boşluğa düşme korkusuyla kazanın dibini seyretmesi gibi vadiyi seyrederek dinlenmeye karar verdik. Gün ortasında hava kararmıştı. Kara bulutlar tuhaf rüzgarlarla beraber alışılmadık bir karanlık ışımayı getirmişti. Önce şimşekler çaktı sonra ard arda yıldırımlar vadiye inmeye başladı. Görünmeyen gök varlıklarıyla bilinmeyen yer varlıklarının savaşı gibiydi. Yıldırımlar o kadar seri peydah oluyordu ki yukardan aşağı mı iniyorlar, yukardan aşağıya mı gönderiliyorlar her şey birbirine karışıyordu. Ehli bilir ki yıldırım aslında düşmez, yerden yukarı fışkırır. Akabinde yağmur bardaktan boşanırcasına dökülmeye başladı. Dökülmek ne kelime, resmen şorladı. İyice ıslandık, üşütmek muhakkak ama elden bir şey gelmediği gibi hâlin tadına ermeye koyulduk. Yürüyüş mü? İnsan hep yolcu. Zaten otururken de yolcuyuz. Carpe diem. Ama durduğumuz yerde yürüyerek, içimizde hayat yolculuğuna devam ettik. Asıl yolculuk hikmet yolundaki değil mi!
Yağmur dindi. Yeğenim Ali anlamsız türküler çığırmaya başladı. Yanık yanık ama anlamsız. Terlik terli ve kadınsı ağıtlar… dinlememeyi başaramadım. İnsan kulağını parmaklarını kullanmadan tıkayamıyor. Onu susturmadım, onu kızdırmadım da. Yapısının gereği neyse o sadır oluyordu. Zaman akıyordu.
Bulutlar dağılıp, ikindi güneşi vadiyi ve tepenin üstünü on – onbeş dakikada kurutunca yağmur bir kez daha dindi.
Az kalsın nereye gideceğimizi unutuyorduk. Kara maskeli adam tam da bu anda zuhur etmeliydi. Çubuğumu aldım ve yerde burgulamaya başladım. İlk insanların ateş yakarken yaptığı iddia edildiği gibi ellerimi ileri geri ovuşturarak çubuğu yere sondaj yapar gibi batırdım. Çubuk şanzıman hareketiyle ileri geri dönerken, ki bu da dönmektir, etrafımızdaki hava, toprak, zaman ve latifelerimiz de dönmeye başladı. Merkezinde bizim yer aldığımız bir türbülanstan sonra hafif bir kendimi kaybedişle yere sırt üstü uzanıverdim. Çubuğun etrafımızda zuhur eden enerji-sisinin içinden kara maskeli adam çıkageldi. Nihayet adını sorabilecektim. “Zülkarn” dedi. “Benden bir tane var. Beni yarım adaşımla karıştırmayın.” Zülkarn bize koordinatlarımızı verdi. “Parça parça bölünmüş bir kavim var ve ağır fesat içinde birbirlerine düşmüş vaziyetteler. Hava ve yerin uyumu insanların uyum ve nazarına bağlı olarak bozulmuş halde. Gidin, düzeltin.”
Kara Kapı’dan başka bir alternatifimiz olmadığını fark edince, Yeğenim Ali’yi de her zamanki gibi peşimden sürükleyerek tekrar aynı yolu döne döne ama bu kez daha az yorulacağımızı umarak indik. Bu kez üç saat sürdü. Ama belki de iniş inmek, yokuş çıkmaktan daha fazla yoruyor olabilir. Bu kez dinlenmek vakit kaybetmeye sebep olacağından Kara Kapı’dan “giriş” yaptık.
Bu Kara Kapı, uzun bir tünel aslında. Yürüdük, yürüdük, yürüdük. Ama hal ve şartlar bilinenin çok dışında akıyordu. Hiç mi hiç yorulmadık. Sanki ayaklarımız başkalarının ayaklarıydı. Kapı bizi hedeflenen koordinatların tam ortasında bir yere bıraktı.
Neydi bu ülkenin adı? Zülkarn ne demişti, nasıl tarif etmişti. Bir önceki alemin mantığı burada geçmiyordu ki hatırlayamadık. Daha doğrusu hatırladıklarımız buradaki mantıkla ifade edilemeyen, anlam taşımayan şeylerdi. Ne yapacaktık, bir tek onu hatırladım. Fesat var ve yanımızdaki depolanmış enerji ve zamanı kullanarak ne kadar sürerse sürsün halledecektik. İki tür İhsanamin pili vardı sırt çantamızda. Çanta bizimdi ama Yeğenim Ali taşıyordu haliyle. Pillerden E tipi olanda uzun, uzun, çok uzun bir süre hiçbir şey yemesek de acıkmamızı engelleyecek hazır kas enerjisi vardı. Z tipi olandaysa vakitler daraldığında ortama sıkıp, sprey gibi, kullanabileceğimiz zaman vardı. Bol zamanımız vardı.
Bu insanlar, bu ülkenin insanları kan döküyor, fesat çıkarıyorlardı. Bunları öz yurtlarında yapıyorlardı. Ana, bacı, kardeş, dede, nine düzeni bozulmuştu. Her şeye hakim teyze düzeni vardı. “Katalog fesatlar”dan 2012 numaralı fesat yayılmıştı. “Katalog 2012 Teyze”. Bu uzun bir meseleydi. İyi ki Z tipi pilimiz vardı çünkü bize iki üç nesillik zaman lazımdı. Bu özel fesat tipi, problem en köküne inilince çözülecek türdendi. Bizimkisi isimsiz kahramanlıktı. Eğer başarmak nasip olursa bu başarının sahibi hiç kimse olacaktı. Bize kimse şükran duymayacaktı. Her yolculuk evremizde olduğu gibi her an yerimize başka birileri tayin edilip, başka evrelere yelken açabilirdik. Hem her şey kontrolümüz altında zannımız vardı; hem de aslında hiçbir şeyi kontrol etmiyorduk. Tuhaf ki insan ne çok yanılıyor.
Yüksekten aşağıya doğru alçalan bir vadi-yolla ülkenin içine doğru akmaya başladık. İlk gördüğümüz insan bir çiftçiydi. Kafirdi. Çiftçi tohumu toprağın altına sakladığı için “saklayan” anlamında kafirdi. Sırt çantasında hiç ihmal etmediğimiz “her şeyin kutusu”ndan çıkardığımız parayla çiftçiden bir çift eşek aldık. Görünen oydu ki beklenen adam efsanesindeki gibi ülkeye eşek sırtında girecektik. Kasıttan değil imkan meselesi. Çiftçide at olsaydı at alırdık. Motorlu vasıta olsaydı hakeza…
Eşek sırtında anakente girdik ve lakin bu şahşaalı bir giriş olmadı. Kimsenin dikkatini çekmedik bile. Herkes düşman bildikleriyle o kadar meşguldü ki, aradan sıyrılıp, geçtik. Bir otel bulmalıydık ama memlekette otel olmazmış. Gittik bir korulukta ağaçların arasına karıştık. Ben biraz okuyayım dedim, Yeğenim Ali’yi de şehir derinliklerine keşfe gönderdim. Onun aklı yetmeyeceğinden aklımın çeyreğini emanet verdim ta ki ortamları doğru dürüst okuyabilsin. Z pilinden de biraz yükleme yaptım ki şehrin demografik, kültürel, zihni yapısına nüfuz edebilsin. Tanırım, Yeğenim iyi çocuktur. Ben demek şeytan işi, ben yalnız kalınca da ayaklarımı uzattım ve gökyüzünü okumaya başladım. Gökyüzü çok bulanık ve gıpgriydi.
Yeğenim Ali, bir buçuk sene sonra geldi. Anlatmaya başladı. Hakikatlice dinledim. Şehri onun gözleriyle görmeye çalıştım. Yeğenim Ali, şehrin insanlarında karakter zaafları olduğunu söyledi. İlk izlenim olarak, ki Yeğenimin gözleme yeteneği zayıf olsa da ödünç aldığı akıl benimkisi olduğundan sağlam okumalarla dönmüştü, Ali şehirde hiç kimsenin yek diğeriyle gerçekten dost, arkadaş, akraba olmadığını söyledi. Üç dört kişilik bir ailenin yaşadığı apartman dairelerinde yaşayan insan sayısı kadar ayrı hayatlar yaşanmaktaymış. Ciddiyet kelimesine sahip olmadıklarını söyledi. Her iş laçka, her iş baştan savma. İnsanlar birbirlerinin yüzlerine gülüyor ama arkadan, hemen birkaç dakika sonra, atıp tutabiliyorlarmış. Konuşurlarken laf nereye gidiyor ne farkına varabiliyorlarmış; ne de bu farkındalık yokluğu umurlarında oluyormuş. Yeğenim Ali konuştu, konuştu, konuştu. Anlattı, anlattı, anlattı. Gördüm ki bu analizlerin sonu yok. Dipsiz bir kazurat kuyusu. Allah muhafaza. Yapılacak çok iş olduğunu gördüm. Şimdi sıra bendeydi. Oturup, derin derin düşünüp, strateji ve taktiklerimizi belirlemeliydim. İşimiz kolay değildi. Hak yardım etmedikçe hangi iş âsân olur ki! Mevla yardım eyleye… Yeğenim Ali de çay demlesin ki derinleşebilelim.
Düşünürken, düşünürken uykuya dalmışım. Rüyamda iki kedi gördüm. Biri kara, biri beyaz iki kedi. Kedilerden siyah olanının başında beyaz, beyaz olanın başında da siyah başörtüsü vardı. Profesör Hatemi’nin dediği gibi demek bu kediler laik değildi. Rüyanın yorumu üzerine çalıştım. Rüyayla amel olmaz gerçi lakin öyle değil. Sadece benim bildiğim bir planı uygulamaya başladım. Yeğenim Ali, planı etrafa yaymaya başladı. Kulak verenler oldu, kulak tıkayanlar oldu. Ne fark ettim biliyor musunuz? Bu memlekette ölçü yoktu. Bir kelime olarak da yoktu. Terazi yoktu, bir kelime olarak da yoktu. Aklı yetenlere anlata anlata, onları ikna ettik. Dev bir entegre tesis yatırımı yaptık. Terazi üretiyorduk. Önce çok razı gelmediler. “Ne işimize yarayacak ki” dediler. “Yurtdışına satarız” diyerek ikna ettim. Hakikaten de ilk ürettiğimiz dijital terazileri bavul bavul onlarca kıtaya ihraç ettik. Daha sonra daha büyük teraziler ürettik. Kamyon kantarı bile ürettik. Ve sonra çılgın projemizi açıkladık. Kainatın en büyük terazisini üretecektik. İyileri kötüleri bu teraziyle tartacaktık. Çok karşı çıkan oldu. Bayram haftasını mangal tahtası anlayanlar oldu. Anladığından dönenler oldu. “Neticesi”nden anlayanlar oldu. Ama yol alıyorduk. Bir çok okul açtık. Kaptan okulu da vardı bunlar arasında. Kaptanların gemileri yol alıyordu. Ürettik, neşelendik, güldük, eğlendik. Bilerek bir Babil kulesi inşa ettik. Bu Babil Kulesi meselesi hep yanlış anlaşıldı. Dil birken bir sürü dil ortaya çıkması yanlış anlaşıldı. Ne kadar lisan o kadar anlayış genişliği oysa demekti. Babil, “Harut ve Marut”un bilgisine götürecekti insanlığı, kendini sözde Tanrı diye ilan edenler kuleyi yıktı. Yoksa bir çocuk bile Cenab-ı Hakk’a bir kuleyle ulaşılamayacağını bilir.
Birkaç nesil geçti aradan. Z tipi pilimiz tükendi. E tipi pilimiz de tükendi. Hayırlı zamanlarda, hayırlı işlerde tükettik. Biz tükenmedik. Anlattıkça, eğlendikçe, neşelendikçe, oyun ve eğlenceye düştükçe gençleştik. Yeğenim Ali gençleşti. Ben gençleştim. Bu memleketin fesadına mı ne oldu? Onu bitiremedik. Yıllar yıllar boyunca yolculuk ederken fark ettik ki, bu simülasyonun gereğidir. Bu işler böyle yürürmüş. Mesele yürümekmiş. Bir fesadı bitiremeden yine zil çaldı. Zülkarn geldi, yeni koordinatlarımızı verdi.
Hemen yola koyulmadık. Bir kuzu kestirdik. Ateşte çevire çevire pişmesini seyrederken kolayla mı, ayranla mı içsek tartışmasına düştük. Son sözü ben söyledim. Yeğenim Ali hötçe anlıyordu, ben zötçe aksanıyla ifade ettim.
Hayat devam ediyor. Yeğenim Ali ve ben, Turhan…
Kara Kapı’dan geçmek üç saat sürerdi. O yüzden bayırı dolandık. Döne döne yükselen yol bizi zirveye taşıdı. Yeğenim Ali ve ben, Turhan üç saat sürecek yolculuktan kaçarken beş saat tırmanmıştık. Yorgunluk iliklerimize kadar sirayet edince ayaklarımızı uzatarak bir Özbek pilavı kazanının en yüksek noktadaki kenarına tünemiş bir uğur böceğinin bir derinlik ve boşluğa düşme korkusuyla kazanın dibini seyretmesi gibi vadiyi seyrederek dinlenmeye karar verdik. Gün ortasında hava kararmıştı. Kara bulutlar tuhaf rüzgarlarla beraber alışılmadık bir karanlık ışımayı getirmişti. Önce şimşekler çaktı sonra ard arda yıldırımlar vadiye inmeye başladı. Görünmeyen gök varlıklarıyla bilinmeyen yer varlıklarının savaşı gibiydi. Yıldırımlar o kadar seri peydah oluyordu ki yukardan aşağı mı iniyorlar, yukardan aşağıya mı gönderiliyorlar her şey birbirine karışıyordu. Ehli bilir ki yıldırım aslında düşmez, yerden yukarı fışkırır. Akabinde yağmur bardaktan boşanırcasına dökülmeye başladı. Dökülmek ne kelime, resmen şorladı. İyice ıslandık, üşütmek muhakkak ama elden bir şey gelmediği gibi hâlin tadına ermeye koyulduk. Yürüyüş mü? İnsan hep yolcu. Zaten otururken de yolcuyuz. Carpe diem. Ama durduğumuz yerde yürüyerek, içimizde hayat yolculuğuna devam ettik. Asıl yolculuk hikmet yolundaki değil mi!
Yağmur dindi. Yeğenim Ali anlamsız türküler çığırmaya başladı. Yanık yanık ama anlamsız. Terlik terli ve kadınsı ağıtlar… dinlememeyi başaramadım. İnsan kulağını parmaklarını kullanmadan tıkayamıyor. Onu susturmadım, onu kızdırmadım da. Yapısının gereği neyse o sadır oluyordu. Zaman akıyordu.
Bulutlar dağılıp, ikindi güneşi vadiyi ve tepenin üstünü on – onbeş dakikada kurutunca yağmur bir kez daha dindi.
Az kalsın nereye gideceğimizi unutuyorduk. Kara maskeli adam tam da bu anda zuhur etmeliydi. Çubuğumu aldım ve yerde burgulamaya başladım. İlk insanların ateş yakarken yaptığı iddia edildiği gibi ellerimi ileri geri ovuşturarak çubuğu yere sondaj yapar gibi batırdım. Çubuk şanzıman hareketiyle ileri geri dönerken, ki bu da dönmektir, etrafımızdaki hava, toprak, zaman ve latifelerimiz de dönmeye başladı. Merkezinde bizim yer aldığımız bir türbülanstan sonra hafif bir kendimi kaybedişle yere sırt üstü uzanıverdim. Çubuğun etrafımızda zuhur eden enerji-sisinin içinden kara maskeli adam çıkageldi. Nihayet adını sorabilecektim. “Zülkarn” dedi. “Benden bir tane var. Beni yarım adaşımla karıştırmayın.” Zülkarn bize koordinatlarımızı verdi. “Parça parça bölünmüş bir kavim var ve ağır fesat içinde birbirlerine düşmüş vaziyetteler. Hava ve yerin uyumu insanların uyum ve nazarına bağlı olarak bozulmuş halde. Gidin, düzeltin.”
Kara Kapı’dan başka bir alternatifimiz olmadığını fark edince, Yeğenim Ali’yi de her zamanki gibi peşimden sürükleyerek tekrar aynı yolu döne döne ama bu kez daha az yorulacağımızı umarak indik. Bu kez üç saat sürdü. Ama belki de iniş inmek, yokuş çıkmaktan daha fazla yoruyor olabilir. Bu kez dinlenmek vakit kaybetmeye sebep olacağından Kara Kapı’dan “giriş” yaptık.
Bu Kara Kapı, uzun bir tünel aslında. Yürüdük, yürüdük, yürüdük. Ama hal ve şartlar bilinenin çok dışında akıyordu. Hiç mi hiç yorulmadık. Sanki ayaklarımız başkalarının ayaklarıydı. Kapı bizi hedeflenen koordinatların tam ortasında bir yere bıraktı.
Neydi bu ülkenin adı? Zülkarn ne demişti, nasıl tarif etmişti. Bir önceki alemin mantığı burada geçmiyordu ki hatırlayamadık. Daha doğrusu hatırladıklarımız buradaki mantıkla ifade edilemeyen, anlam taşımayan şeylerdi. Ne yapacaktık, bir tek onu hatırladım. Fesat var ve yanımızdaki depolanmış enerji ve zamanı kullanarak ne kadar sürerse sürsün halledecektik. İki tür İhsanamin pili vardı sırt çantamızda. Çanta bizimdi ama Yeğenim Ali taşıyordu haliyle. Pillerden E tipi olanda uzun, uzun, çok uzun bir süre hiçbir şey yemesek de acıkmamızı engelleyecek hazır kas enerjisi vardı. Z tipi olandaysa vakitler daraldığında ortama sıkıp, sprey gibi, kullanabileceğimiz zaman vardı. Bol zamanımız vardı.
Bu insanlar, bu ülkenin insanları kan döküyor, fesat çıkarıyorlardı. Bunları öz yurtlarında yapıyorlardı. Ana, bacı, kardeş, dede, nine düzeni bozulmuştu. Her şeye hakim teyze düzeni vardı. “Katalog fesatlar”dan 2012 numaralı fesat yayılmıştı. “Katalog 2012 Teyze”. Bu uzun bir meseleydi. İyi ki Z tipi pilimiz vardı çünkü bize iki üç nesillik zaman lazımdı. Bu özel fesat tipi, problem en köküne inilince çözülecek türdendi. Bizimkisi isimsiz kahramanlıktı. Eğer başarmak nasip olursa bu başarının sahibi hiç kimse olacaktı. Bize kimse şükran duymayacaktı. Her yolculuk evremizde olduğu gibi her an yerimize başka birileri tayin edilip, başka evrelere yelken açabilirdik. Hem her şey kontrolümüz altında zannımız vardı; hem de aslında hiçbir şeyi kontrol etmiyorduk. Tuhaf ki insan ne çok yanılıyor.
Yüksekten aşağıya doğru alçalan bir vadi-yolla ülkenin içine doğru akmaya başladık. İlk gördüğümüz insan bir çiftçiydi. Kafirdi. Çiftçi tohumu toprağın altına sakladığı için “saklayan” anlamında kafirdi. Sırt çantasında hiç ihmal etmediğimiz “her şeyin kutusu”ndan çıkardığımız parayla çiftçiden bir çift eşek aldık. Görünen oydu ki beklenen adam efsanesindeki gibi ülkeye eşek sırtında girecektik. Kasıttan değil imkan meselesi. Çiftçide at olsaydı at alırdık. Motorlu vasıta olsaydı hakeza…
Eşek sırtında anakente girdik ve lakin bu şahşaalı bir giriş olmadı. Kimsenin dikkatini çekmedik bile. Herkes düşman bildikleriyle o kadar meşguldü ki, aradan sıyrılıp, geçtik. Bir otel bulmalıydık ama memlekette otel olmazmış. Gittik bir korulukta ağaçların arasına karıştık. Ben biraz okuyayım dedim, Yeğenim Ali’yi de şehir derinliklerine keşfe gönderdim. Onun aklı yetmeyeceğinden aklımın çeyreğini emanet verdim ta ki ortamları doğru dürüst okuyabilsin. Z pilinden de biraz yükleme yaptım ki şehrin demografik, kültürel, zihni yapısına nüfuz edebilsin. Tanırım, Yeğenim iyi çocuktur. Ben demek şeytan işi, ben yalnız kalınca da ayaklarımı uzattım ve gökyüzünü okumaya başladım. Gökyüzü çok bulanık ve gıpgriydi.
Yeğenim Ali, bir buçuk sene sonra geldi. Anlatmaya başladı. Hakikatlice dinledim. Şehri onun gözleriyle görmeye çalıştım. Yeğenim Ali, şehrin insanlarında karakter zaafları olduğunu söyledi. İlk izlenim olarak, ki Yeğenimin gözleme yeteneği zayıf olsa da ödünç aldığı akıl benimkisi olduğundan sağlam okumalarla dönmüştü, Ali şehirde hiç kimsenin yek diğeriyle gerçekten dost, arkadaş, akraba olmadığını söyledi. Üç dört kişilik bir ailenin yaşadığı apartman dairelerinde yaşayan insan sayısı kadar ayrı hayatlar yaşanmaktaymış. Ciddiyet kelimesine sahip olmadıklarını söyledi. Her iş laçka, her iş baştan savma. İnsanlar birbirlerinin yüzlerine gülüyor ama arkadan, hemen birkaç dakika sonra, atıp tutabiliyorlarmış. Konuşurlarken laf nereye gidiyor ne farkına varabiliyorlarmış; ne de bu farkındalık yokluğu umurlarında oluyormuş. Yeğenim Ali konuştu, konuştu, konuştu. Anlattı, anlattı, anlattı. Gördüm ki bu analizlerin sonu yok. Dipsiz bir kazurat kuyusu. Allah muhafaza. Yapılacak çok iş olduğunu gördüm. Şimdi sıra bendeydi. Oturup, derin derin düşünüp, strateji ve taktiklerimizi belirlemeliydim. İşimiz kolay değildi. Hak yardım etmedikçe hangi iş âsân olur ki! Mevla yardım eyleye… Yeğenim Ali de çay demlesin ki derinleşebilelim.
Düşünürken, düşünürken uykuya dalmışım. Rüyamda iki kedi gördüm. Biri kara, biri beyaz iki kedi. Kedilerden siyah olanının başında beyaz, beyaz olanın başında da siyah başörtüsü vardı. Profesör Hatemi’nin dediği gibi demek bu kediler laik değildi. Rüyanın yorumu üzerine çalıştım. Rüyayla amel olmaz gerçi lakin öyle değil. Sadece benim bildiğim bir planı uygulamaya başladım. Yeğenim Ali, planı etrafa yaymaya başladı. Kulak verenler oldu, kulak tıkayanlar oldu. Ne fark ettim biliyor musunuz? Bu memlekette ölçü yoktu. Bir kelime olarak da yoktu. Terazi yoktu, bir kelime olarak da yoktu. Aklı yetenlere anlata anlata, onları ikna ettik. Dev bir entegre tesis yatırımı yaptık. Terazi üretiyorduk. Önce çok razı gelmediler. “Ne işimize yarayacak ki” dediler. “Yurtdışına satarız” diyerek ikna ettim. Hakikaten de ilk ürettiğimiz dijital terazileri bavul bavul onlarca kıtaya ihraç ettik. Daha sonra daha büyük teraziler ürettik. Kamyon kantarı bile ürettik. Ve sonra çılgın projemizi açıkladık. Kainatın en büyük terazisini üretecektik. İyileri kötüleri bu teraziyle tartacaktık. Çok karşı çıkan oldu. Bayram haftasını mangal tahtası anlayanlar oldu. Anladığından dönenler oldu. “Neticesi”nden anlayanlar oldu. Ama yol alıyorduk. Bir çok okul açtık. Kaptan okulu da vardı bunlar arasında. Kaptanların gemileri yol alıyordu. Ürettik, neşelendik, güldük, eğlendik. Bilerek bir Babil kulesi inşa ettik. Bu Babil Kulesi meselesi hep yanlış anlaşıldı. Dil birken bir sürü dil ortaya çıkması yanlış anlaşıldı. Ne kadar lisan o kadar anlayış genişliği oysa demekti. Babil, “Harut ve Marut”un bilgisine götürecekti insanlığı, kendini sözde Tanrı diye ilan edenler kuleyi yıktı. Yoksa bir çocuk bile Cenab-ı Hakk’a bir kuleyle ulaşılamayacağını bilir.
Birkaç nesil geçti aradan. Z tipi pilimiz tükendi. E tipi pilimiz de tükendi. Hayırlı zamanlarda, hayırlı işlerde tükettik. Biz tükenmedik. Anlattıkça, eğlendikçe, neşelendikçe, oyun ve eğlenceye düştükçe gençleştik. Yeğenim Ali gençleşti. Ben gençleştim. Bu memleketin fesadına mı ne oldu? Onu bitiremedik. Yıllar yıllar boyunca yolculuk ederken fark ettik ki, bu simülasyonun gereğidir. Bu işler böyle yürürmüş. Mesele yürümekmiş. Bir fesadı bitiremeden yine zil çaldı. Zülkarn geldi, yeni koordinatlarımızı verdi.
Hemen yola koyulmadık. Bir kuzu kestirdik. Ateşte çevire çevire pişmesini seyrederken kolayla mı, ayranla mı içsek tartışmasına düştük. Son sözü ben söyledim. Yeğenim Ali hötçe anlıyordu, ben zötçe aksanıyla ifade ettim.
Hayat devam ediyor. Yeğenim Ali ve ben, Turhan…
Ahmet Kubilay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder