Turlamaktan Turhan – 1037. macera

tarama |diken | bahane | çanta | ketempere | kelepçe | zincir
Dikenli Bahane Vadisi’nin tabelasında ne yazarsa yazsın, adının bu olduğu bize kalben ilham olunmuştu. Yeğeni Ali ve ben, Turlamaktan Turhan, yürüye yürüye bîhal olmuştuk ki sonunda bacaklarımıza söz dinletmeyi başarabildik ve duruverdik. Durduğumuzda mekan zaten orada duruyorken zaman da durmuştu. Gökte bir patlama oldu, pembe bir baloncuk gibi şişen gökyüzünün göbeği aşağı doğru sarktı, sarktı ve patlayarak onlarca rengi etrafa damla damla, yakamoz yakamoz saçıverdi. Başımızı eğmedik, saçlarımızı ellerimizle kapatmadık ki yeterince ıslanalım, renklenelim, ıslah olalım. Muhatap olduğumuz şey ne idi, ne neşeydi, ne hüzündü, neydi, çok acayip bir şeydi. Şeylerin içinden çıkan şeylerin şeyi bir şeydi.
“Kal’anın dibinde üç ağaç incir,
Elinde kelepçe, baba, boynunda zincir.
Zinciri çok sallama kolların incir”

Yeğeni Ali bunları makamsız, nizamsız sayıklıyorken Zülkarn tok sesiyle bizi uyandırdı. Ne dediğini hatırlamıyorum ama sesinin tok olduğu işte şimdi bile kulaklarımda devam eden bir nostaljik zonklamayla izahtan ve ispattan varestedir. Zülkarn’ın sesi ne kadar da toktu. Eğer kendimizi zorlasak Davud aleyhisselamın sesinin de böyleleyin tok olduğunu çıkarabilirdik ama o kadar düşünmemize fırsat tanınmadan sıradaki sefer ve sefer görevi kağıdını aldık. Zülkarn hiçbir şey demeden kendi öksürüğünden çıkan bir karanlığın içine doğru yutuldu ve kayboldu. Adem’in Efendi’sinden aldığı kelimelerin peşine düşmemiz gerekiyordu. O kelimeler bizi bir yere götürecekti. Çıkar sokak, çıkar caddeler, çıkar bir ülke, çıkar bir yola çıkacaktık.
Apaçık pembe gökyüzünün solgun, tatlı, nemli, sıcacık, kuştüyü gölgesinde yürüyerek “yol”a revan olduk. Sanki biz yürümüyorduk, iki yanımızdaki dekor geri sarıyordu. Tepeler, ağaçlar, yol kenarındaki çeşmeler, minik papatyalar, ileri adım atan ama geri geri yürüyen sarman kediler, herşey geriye gidiyordu ta ki biz ilerleyelim. Bir yürümüyorduk, hedef bize doğru geriliyordu. Hedefimizde çoğu zamanki gibi yine bir kapı vardı. Hayat, birbirine açılan, birbiri ardından açılıp, kapanan girişi fırsat, arkası pişmanlık olan kapılarla kademe kademe inilen veya çıkılan bir minare merdivenleri sistemiydi. Her bir minareden onlarca kapıdan girilerek başlayan merdivenler aynı minarenin içinde birbirini görmeden yukarı çıkarıyordu bütün insanlığı. Kimi ne yapıp, edip, o daracık basamak kenarı pencereden kayıp, aşağıya, esfeli safiline düşmeyi başarıyordu. Emin olun kötü adam olmak ekstra gayret ister.
İşte yukarda varlığının şekli izah edilen minarelerden birinin herhangi bir kapısından içeri girdik ve döne döne tırmanarak yükselmeye başladık. Bazı basamakta basılmaması gereken düğmeler vardı. Elimizle, ayağımızla mı basalım; yoksa hiç basmayalım mı bilemediğimiz bu düğmelerden hangisi ne işe yarar bilemedik. Sırt çantamızdan “belki-bilir” cihazımızı çıkardık, düğmenin üzerine tuttuk. Cihazımızın yeşil düğmesi yandıkta amatör kayıt olduğu belli bir dijital ses düğmenin manasını izah etti. Dünyalardan en alçağında belli bir zaman ve mekandaki bir retoriğe (düğmeye kim bastı?) konu olan o meşhur düğmeler işte bunlardı. Her dönemin, her puştluğun, her bahanenin bir düğmesi vardı. Ne el, ne ayak vurmadan seke seke tırmanarak yükselmeye devam ettik.
Minarenin sonu bir ovaya açılıyordu. Hemen bir adımlık mesafeye zıpladık ve ovanın kenarındaki tümsekten aşağı yuvarlana yuvarlana indik. Ovanın zemini yüzbinlerce unutulmuş deyim, atasözü, tabir, lakap, yakıştırmayla doluydu. Her kimse bizden çok önce aynı yolu takip etmiş ve muhtemelen bizim gibi sırt çantasından, çantanın içinde sayfaları açık kalmış bir tarama sözlüğünden yüzlerce yıllık üretim, birikim böyle birer ikişer yollara, bağ, bağçelere, tarlalara saçılmış kalmıştı. Bu sözcükleri incitmeden, yeri, göğü incitmeden adımlarımızı nazik ata ata yola devam ettik.
Tarama sözlüğünden saçılanların rüzgarın savurma gücünün bittiği yerde seyrekleşmesi ayaklarımızı rahatlattı. O noktadan sonra güle oynaya yürüyebiliyorduk. Geniş bir tarlaya girdik. Tarlanın farklı noktalarında ikiyüz üçyüzer kuştan oluşan sürülerin biri inip, biri kalkıyordu. Sürülerin arasından, bazen bazısının ortasından geçtiğimiz halde biz hiç yokmuşuz gibi oldu. Ne bizi fark ettiler, ne bizden ürktüler. Böyle ağzımız açık, kafamız yukarda kuşları seyrederek yürürken önce ben, ve haliyle ardımdan Yeğeni Ali yer yarıldı, içine düştük. Tavanı samanlarla acemice gizlenmiş bir sığınağa düşmüştük. Bu bir tuzak da olabilirdi. Üç dört adam boyunu aşan bir çukurun içindeydik. Sadece düştüğümüz noktadan itibaren iki, bilemedin üç metre çapında bir delik dışında gökyüzünün rengiyle ve ışığıyla irtibatımızı sağlayan bir açıklık yoktu. Bu bize göre, ruhumuza göre daracık çukurda dört bir yanı döndük durduk da bir çıkış kapısı, bir kurtuluş ışığına rast gelemedik. Derken ben, Turhan, çoğu zamanki gibi nasıl olduysa aklettim de gözlerimizi kapattık yeni bir dünyayı görmeye başladık. Kesinlikle yalnız değildik. Beyaz, bembeyaz, büyük, bümbüyük bir Sibirya Kaplanı ağzıyla yerin tozunu hoplata hoplata etrafımızda seyyar pusu atıyordu. Yani müsait bir saldırı pozisyonu arar halde dönüp duruyordu. Bu ancak gözümüzü kapattığımızda erdiğimiz yeni mananın koordinatlarını, işletim kodlarını kalben hissetmek için başka bir gözle görmekteyken o gözlerimizi de kapatmayı nihayet aklettim de kaplan kayboldu. Kaplanın elinden bizi görmek bahanesini almanın rahatlığıyla gönlümüz, gözümüz açıldı. Kalbimiz yeşerdi. Kuvvetlendik de bir darbede çukurun bir tarafına bir yumruk attık. Geri çekilmeden ileri ileri hücum ederek toprağı dağıta dağıta ilerledik. Etraf toz duman, yeryüzünün de üstüne çıktığını tahmin ettiğimiz bir kale duvarının dibinin dibine ulaştık. Osmanlı’nın lağımcılarının yeteneği bizde olmadığından oraya bir patlayıcı koyamadık. İşimiz, ne güzel, duaya kaldı. Sanırım Ayet-el Kürsi’ydi okuduğumuz, surun temelinde bir gedik açtık. Ve içeri sızdık. Kalenin yer altı galerilerinin en derinde inşa edilmiş olanlarından birindeydik. Göz alabildiğine altın, göz alabildiğine değerli taşlar. Ve Zümrüt-ü Anka’nın ayak izleri. Altınların, gümüşlerin, taşların üzerinde ayağın basıldığı yerlerin eriten sıcaklığı, atılan iftiraların, kırılan kalplerin yere dökülmüş kırıntıları… Bunca servet bir bataklık gibi bizi yutabilirdi ama yüzerek, sebatla devam ettik. Galerinin tavanını tutan büyük sütunları birer ikişer slalom zikzaklarıyla süratle geçtik.
Bu ehli dışında kimsenin varlığına inanmayacağı zenginliğin varlığına bir delil olsun diye bir küçük çantaya altın, zümrüt, yeşim taşı numuneleri koyduk. Galerinin sonunda minnacık bir delik bulduk. Bu solucan deliği bizi biz daha içeri girmeye niyetlenir niyetlenmez bildiğimizin dışında bir usulle, tuhaf, gönül hoplatan bir enerjiyle içine çekti. İçeri mi, dışarı mı, yukarı mı, aşağı mı düştüğümüzü mü, çıktığımızı mı, çekildiğimizi mi anlamadan, bedenlerimiz birkaç kilometreden aşağı olmayacak kadar uzayarak (galiba) hareket ettik. Solucan deliği bizi zıt tarafa iade etti. Her nasıl ifade edilecekse. Bu satırların okunduğu alemde izahı zor bir şeydi. Evet, bir şey, şeyle ilgili bir şey. Kendimizi balta girmez, girerse bile sapı kendinden baltalarca katledilmesi imkansız, metin ağaçların kardeşliğinin ne de muhkem olduğu bir ormanda bulduk.
Ormanın güneş alan bir açıklığına kadar ilerledik. Evler vardı. Ahşap kulübeler. Boyumuz kadar bir şehircik. Bizi ilk gören cüce korkuyla diğerlerine seslendi. Sonra yanıldığımızı anladık. Bu korku sesi değildi. Sesleri o kadar küçüktü ki, bu sesleri kendi bildiğimiz herhangi bir hisle tanımlayamıyorduk. Sesin miktarı analize yetmiyordu. Cüceleri küçük gördük. Biz onları küçük gördükçe etrafımızı onlarcası, yüzlercesi, derken binlercesi sardı. Gözleri birer tane ve alınlarının ortasındaydı. Üçüncü gözleri açılmıştı lakin diğer iki gözlerini kaybetmişlerdi. Ortam aşırı mistikti. Cücelerin içinde en cücesi sonunda karşımıza çıktı. Liderleri buydu. İşte alfa cüce. Bizimle kendi anladığı, bizim anlar gibi olduğumuz bir lisanla konuştu. Kızıyor mu, hoş geldiniz mi diyor anlayamadık. Kendimi sakinleştirip, hallerini okumaya çalıştım. Zihnimde pembe bir bulut gördüm. Pespembe, toz pembe bulutun içinde, ortasında bir kelime belirdi: “Ketempere”. Bu bir hile, bir oyun anlamına geliyordu. Bu cücelere karşı çok dikkatli olmak gerekiyordu.
Oysa cüceler bizi pek sevmişler gibi davranmaya başladılar. Bizi kendi seviyelerine indirmek istiyorlardı. Yeğeni Ali, teyzelerinden edindiği o kahrolası ezik, avratçıl, zararına uzlaşmacı, oportünist, pasta börek sever haline yine bürünüvermişti. Açıktan ikaz da edemiyordum. Edemiyordum ta ki bu kalleş cüceler niyetlerini sezecek kadar zeki olduğumuzu fark edip de b, c, hatta Allah korusun d planına geçmeye kalkmasınlardı. Burada, bu kocaman cüceler şehrinde en yakın dostumun bedenen varlığına rağmen yine yapayalnızdım. Ben, Turhan, Turlamaktan Turhan…
Çok kalabalıktılar. Çok baskındılar. Dilimizi dillerine uydurmaya başladılar. Artık dillerini anlayabiliyorduk. Bizi sosyal hayatlarına katmaya çalıştılar. Onlar adaptasyon diyordu; bizse bunun asimilasyon olduğunu bal gibi biliyorduk. Biz dediğime bakmayın, bir ilmi siyaset icabı birinci çoğul şahısa sığınıyorum.
Çok sinsiydiler. Çok laftan anlamazdılar. Çok kendini beğenmiştiler. Yıllarca aralarında kaldık. Çıkış yolu bulamadık. Ellerimize görünmeyen kelepçeler, ayaklarımıza görünmeyen zincirler vurmuştular.
Günler günleri saniyeler içinde kovaladı. Zihnimizdeki boşluk zamanı almayacak kadar bulanık bir hale düşürmüştü bizi. Yaşadığmıız biteviye bir karabasandı. Altı cihetten ruhumuzu, bedenimizi basıyordu. Yedinci cihetten daralıyorduk. Enerjimiz tükenmek üzereydi. Bize ince bir siyaset icabı tahsis edilen mantar biçimli kulübede tavanı seyrederek nargile benzeri bir cihazdan tuhaf bir otu içiyorduk. Sarhoş muyduk? Hâşâ. Sonunda bir çıkış yolu bulacaktık.
Çoğu zaman düştüğümüz hataya düşmüş, çok yerde uyguladığımız çıkış ve kaçış yöntemlerini kullanmayı akledememiştik. Ama çoğu zaman başardığımız gibi yine tam zamanında hatırlamayı başararak taktiklerimizi uygulamaya geçtik. Cüceleri yok sayarak ilk adımı attık. Cüceler yine etrafımızda toplanmaya başlamıştı. Onlar, yüzler, binler derken onbinlerce oldular. Biz onları yok saydıkça yüzleri, boyunlarından başlayarak bedenleri flulaşmaya başladı. Bu melun cüce topluluğu tam birbiri içine geçerek tek bir buhar bulutu olacak gibiyken dokunduğumuzda hala içinden geçilemeyecek kadar katı kalabiliyorlardı. Biraz daha gayretle onları hepten yok saydık. Hayır. Bulut hâlâ geçit vermiyordu. Nihayet akletmekten çok hissederek neticeye vardık. Kendimizi yok sayacaktık. Nefsimizi yok edecek kadar küçültene kadar küçük şahıslarımızı görmezden geldik. Bulut küçük bir şişeye sığacak kadar küçüldü, onu o şişeye hapsettik ve sırt çantamıza koyduk. Kelepçe, zincirlerimiz ve anlamsız bahanelerimiz kayboluvermişti. Derin bir nefes alarak, benliğimizin çok derinlerde kalan bir boyutunu daha keşfetmiştik.
Hayat, ölmeyene güzel.
Ahmet Kubilay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İKİ SEÇENEK: YENİ ZİHİN VEYA KÖTEK

“Çin halkı, herhangi bir yabancı gücün kendisine zorbalık etmesine asla izin vermeyecektir. Bunu denemeye cesaret edenler kafalarını çelik b...