Turlamaktan Turhan - 2033. macera

telefon | boğmaca | Atlantis | sözlük | cüzzam | şandel | battal | inşallah
Saatler çok sonrasını gösteriyordu. Zaman bir tuhaf akıyordu çoğu zamanki gibi. Yeğenim Ali ve ben Turhan, sırtımızda mekanda ilerlediğimizi düşündükçe ağırlaşan çantalarımız, zamanda ilerlediğimizi sanmaya devam ettikçe de çok sonrasını gösteren saatimiz bize itaatkar bir pusula gibiydiler. Gün üçüncü kez ağardığında şimdi dağların arasındaki incecik vadileri geçmiş, sonu görünmeyecek kadar düz bir kum ovasında, kumlara bata çıka ilerliyorduk. Ufukta geride bıraktığımız dağlar, ilerde hayal meyal bir bina görünüyordu. Yarım günlük yürüyüşten sonra binaya ulaştık. Ufak bir kulübe, bir telefon kulübesi. Asırlar öncesinden kalma jetonla çalışan telefonlardan... Sırt çantama elimi attım. Bir jeton gelmesini hayal ettim ve işte, jeton… Orta boy jeton. Telefonun tuş takımı yerinde tek bir tuş vardı. Jetonu ankesöre attım ve o tek tuşa bastım. Bir numarayı çevirmiş oldum. Çaldı, çaldı, çaldı. Açan olmadı. Karnımızı doyuralım dedik ve sırtımızı kulübenin gölgesine sığdırdık. Güneş yakıyordu. Kumlar da yakıyordu. Konservelerimizi yerken telefon çaldı. Yeğenim Ali telefonu açtı. “Alo”, dedi. Sonra kös kös sustu ve telefonu kapattı. Telefondaki ses “neden?” diye sormuş. Cevabı bilemeyen Ali kalakalmış, telefonu kapatmış ve yanıma gelmiş. Ali konservesini yemeye devam etti. Telefon yine çaldı. Bu defa ben açtım. Ben alo deyince karşıdaki ses “Gideceğiniz yerde boğmaca salgını var. Bütün köyler, kasabalar bu hastalığa teslim oldu. Gidin ve o insanlara gerekiyorsa yardım edin” dedi. Ses Zülkarn’a aitti. Ali uyaroğluydu ve ne olup, bittiğini hep bir şeyler olup, bittikten sonra çok sırrına ermeden, en çok “bir şeyler olup, bitti işte” açısından algılayabiliyordu ki bu hayatını idame ettirmesine yetiyor da artıyordu. Sorumluluk benim sırtımdaydı. Karnımız toktu ve yürümeye devam etmeye hazırdık. Öyleyse yürüdük.
Kum çölü aniden bitti ve önümüze bir deniz çıktı. Bakınca karşı sahili görünmediğine göre bu bir denizdi. Yüzmek çantalarımızı ıslatabilirdi o yüzden sahilden iki yönden birini seçip devam etmeliydik. Kuzey yönünü seçtik. Birkaç gün yürüdük, yürüdük, yürüdük. Denizin çok sığ olduğu bir yere rast geldik. Denizin derinliklerine yöneldik. Su en çok bir metre derindi. Kilometrelerce içeri yürüdük. Yürüdük, yürüdük, yürüdük. Bir kayıp şehir… Büyük kısmı suların altında ama çatıları suyun yarım metre, bir metre üstünde bir şehirdi burası. Su derinleşmişti. Kocaman bir kaya görünüyordu. Sonradan denize yuvarlanmış gibi duran bu kayanın üzerinde çok eski dillerden Tawkarice “Atlantis” yazıyordu. Atlantis bir ülke değil de bir şehrin adı mıydı? Yoksa şehirler o kadar büyümüştü ki tek şehir mi olmuştu? Sırt çantamdan aklettim ki bir kayık çıkarabilirim. Yeğenim Ali ve ben, Turhan’ın yolculuklarında her şey akla her zaman gelmeyebiliyor. Hâl var, hâl var. Bir zaman öteki zamanı tutmayabilir. Bir kayıkla şehri seyretmeye başladık. Kocaman stadlar, geniş bulvarlar, hava alanlarını, ikişer, üçer katlı, geniş bahçeli evleri geçtik. Atlantis’te yaşayan olmadığına göre burada bir boğmaca salgını olamazdı. Atlantis’i zihin haritama işledim ve karşı sahile ulaştım. Bu Atlantis’in varlığı ve nerede olduğu bilgisi muhakkak bir yerde tekrar işimize yarayacak ve mutlaka karşımıza çıkacaktı. Nasip meselesi tabi…
İlerlerken bir vadide savaşan iki orduya rastgeldik. Bizi ilgilendiren bir savaşa benzemiyordu. Aralarında boğmacaya tutulmuş askerler de yoktu. Hiç kimse bizi görmeden değil göremeden aralarından aheste aheste yürüdük, devam ettik, çıktık, gittik. İki taraftan birisi ötekinin üzerine bir nükleer bomba attı ki birden gündüz geceye döndü. Ortaya o kadar şiddetli bir ışık çıkmıştı ki gündüz gündüzlüğünden utanıp, gece olmuştu. Bombayı atan taraf sinirlerine hakim olamamıştı anlaşılan. Ki öfkeyle kalkan zararla oturur mucibince bombanın açtığı derin çukurda her iki taraf da helak olmuştu. Ve yer altı suları çukuru süratle doldurdu ve yeni bir deniz zuhur etti. Bu “Yeni Atlantis” olmalıydı. Karışmamakla akıllılık etmiştik. Bizler tarihin sessiz tanıklarıydık. Bunları yazıyorum ama acaba nesiller ve ırklar sonrası yeryüzünün yeni sakinleri bunları anlayabilecek mi? Bunların hikmetine erebilecek mi? Meçhul.
Yürüye yürüye onlarca ülkeyi geçtik. Hiçbir yerde boğmaca salgınına rastlamadık. Yolumuz boyunca ulaşabildiğimiz her şehrin hastanesine de uğradık. Boğmaca bu coğrafyalarda tarihe karışalı birkaç tarih geçmiş olmalıydı. Öyleyse biz ne arıyorduk? Zülkarn bir şaşırtmaca mı yapmıştı. Sezgilerime eğildim, sezgilerime sığındım. Gözlerimi kapattım. Gölgesinde dinlendiğimiz söğüt ağacı rüzgarla hafif hafif sızlandıkça gözümün önünden bir sürü bulanık şekil geçti. En sonunda tek birini net bir şekilde seçebildim. Bir sözlük. Ceylan derisi ciltli kalın bir sözlük. Boğmaca maddesini buldum. Çok geniş bir sözlük değildi ama boğmaca maddesinden sonraki hastalık adına bakmayı akıl ettim. Bu sözlükteki sıraya göre boğmacadan sonraki hastalık “cüzzam”dı. Zülkarn’ın o anki dedikleri, o coğrafyadaki bir çözünürlük sorunundan veya kodlama farkından olsa gerek bir önceki sıraya atlayarak olsa gerek benim kulağıma “boğmaca” diye gelmiş olsa gerekti. Aslında galiba cüzzam demeye getirmişti. Evet, lakin yol boyunca hiçbir yerde cüzzam salgını da görmemiş, duymamış, hissetmemiştik. Artık nasıl olduysa yorulmuştum. Biraz dinleneydik. Sırt çantalarımızdan pançolarımızı çıkardık ve çadırlarımızı kurduk. Ayaklarımız dışarıda kalsa da gövdemizin kalan kısmı sıcak bir uyku çekti. Ayaklarımız uyanıktı, ayaklarımız bekçiydi. Başlar dinlenirken ayaklar bekçilik etmelidir. Neden sonra uyandık.
Ayaklarımız o kadar üşümüştü ki uykularımızdan bir şey anlamadık. Daha yorgun kalkmıştık. Gidelim, diye düşündüm, gidelim de bir han, bir konak bulalım da güzel dinlenelim. Naçiz bedenlerimiz sıcak, yumuşak, temiz yataklar bulsunlar.
İlerledik. Yabancı bir şehrin kıyısında, tabelasında hayal meyal bir at kafası bulunan bir han bulduk. Hancı klasik bir şekilde yaşlı bir adamdı. Uzun saçları tel tel gevşemiş, yüzü sarı rengin birkaç tonunu barındırıyor. Burnu, ağzı, kulakları kırk yaşlarından sonra bazı erkeklerde olabileceği gibi irileşmiş. Elleri de kocaman. Bize “hoş geldiniz” dedi. “Size verebileceğim tek bir oda var. İkinci katta. Gece ara sıra bir takım sesler duyacaksınız. Sesler tavandan gelir. Aslında tavan arası diye bir yer yok bu binada. Asırlardır tavan arasında bir takım ayak sesleri yürür. Korkulacak bir şey değildir. Daha kimseye bir zarar vermedi her kimse yürüyenler.”
“Tak, tak, tak!” Ben kendimi yatağa bırakır bırakmaz dinlenmeye daldım, aslında asla tam uyumadığımdan etrafta olan bitenin de bir dereceye kadar farkında olduğumdan, Ali’nin korkudan titrediğini görebiliyordum. Tavan arasındaki ayak sesi biteviye adımlıyordu. “Tak, tak, tak!” Ali korkuyordu. Ali korktukça sesler artıyordu. Sesler arttıkça Ali korkuyordu. Korkma, dedim Ali’ye. “Eğer insanlar hiçbir şeyden korkmasaydı hiçbir şey onlara zarar veremezdi.” Ali anladı mı? Bazen evet, çoklukla hayır. Zavallı Ali. Ben ve zavallı yeğenim Ali.
Ayak sesleri kesildi. Biz tam sessizliğin keyfini sürmeye başlamışken sesler bu kez koridordan gelmeye başladı. Bir çift ayak sesiydi kesinlikle. Koridorda ileri geri adımlıyordu. “Tak, tak, tak!” Yarım saat boyunca hiç durmadı. Kapımızın önünde koridoru bir ucundan ötekine adımladı durdu. Sonunda tam bizim kapının önünde ses kesildi. Kapımız, içerden kilitli kapımız, gıcırdayarak, çatırdayarak açıldı. İkibuçuk metrelik dev bir adam. Siyah giyinmiş. Kapşonun gizlediği kara sakallı bir surat. Gözleri ateş gibi parlıyor. Oracıkta dikildi, dikildi. Sonra fısıldayarak aklı sıra emretti: “Gidin ülkemden!” Bunu söylerken burnu kopup, yere düştü. Sonra sağ kolu, sol kolu, derken oraya yığıldı, kaldı. Bir duman çıktı cesedinden ve duman dağılınca yerinde hiçbir kalıntı yoktu. Hele şükür gürültü kesilmişti. İşte aradığımız buydu. Bu Cüzzam’dı. Aptal şey, bize ülkesinin giriş kapısını göstermişti. Şimdi işimizi halletmeden önce rahat bir uyku çekebilirdik.
Çoğu zamanların en güzel uykusunu uyuduktan sonra kendimize geldik. Lazım olan “kişisel” bakımımızı yaptıktan sonra sırt çantalarımızı kuşandık ve tavan arasına bir yol aradık. Bir kapak vardı. Hancının ya o güne kadar hiç dikkatini çekmemiş veya görmezden geldiği bu kapağı açmak çocuk oyuncağı idi. Şifreyi kırdık ve yukarıya ulaştık. Oradan da çatıya çıktık. Hava henüz aydınlanmamıştı ve gökte ay vardı. Ayı hiç bu kadar parlak görmemiştim. Biz baktıkça ay yaklaştı. Kendimizi ay çekimine bıraktık. Etraf parladı. Mekanlar ve zamanlar parlarken kendimizi oralarda bir yerde bulduk. Bu “oralar”ın neresi olduğunu size hiçbir haritada gösteremem. Gitmemiz gereken ülke gökte bir yerlerdeydi. Yuvarlak bir ülkeydi. Çekim bizi öyle fırlattı ki önce ülkenin daha ilerisine bir yere düşeceğiz sandık ve fakat şandel olduk. Dışarı gidecekmiş gibi yükseldik ama o kürevi ülkeye tam doksandan girdik. O coğrafyalar için bu asrın golü olmalıydı. Çünkü altında inim inim inledikleri hastalıktan kurtuluş çareleri ancak ve ancak biz idik.
İlk ulaştığımız yer bir köydü. Adı Battal idi. Battal köyü muhtarını bulduk. Bir ayranını içtik. Bize ayran ikram eden genç kızcağızın bir parmağı benim önüme koyduğu kupanın sapında kalmıştı. Muhtar konuşurken çenesi düştü. İhtiyar heyetinden birisi hastalığın nerelerden nerelere yayıldığını eliyle işaretlerken ikiye bölündü. Cüzzam parça parça bu insanları yok ediyordu. Bir hâl çaresi bulacaktık. Önce uzun uzun itikafa çekilmeliydik. Cüzzam fena halde bulaşıcıydı ama bize bulaşmayacaktı çünkü biz başka kodların adamlarıydık. Ona göre de gerekli saygıyı görüyorduk. Gerekli saygıya mazhar oluşumuz da bizi çareye daha da yaklaştırıyordu. Ali’yi gezip, dolaşsın diye kırlara saldım ve ben gönül kütüphaneme çekildim. Gözlerimi kapattım ve aradım, aradım, aradım. Birkaç sene kendimde değildim.
Sonra bütün kasabaların amirlerini ve köylerin muhtarlarını bir mecliste topladım. Karlı Çam Ormanı denilen yerin tam ortasındaki açık alanda en ortada bir ulu taşın üzerinde ben ve etrafımda hazirun… “Beni dinleyin” diye ünledim. “Beni dinleyin. Siz hiçbir işinizde inşallah demiyorsunuz. Bu musibet de ondan başınıza geliyor. Allah’ın adını anmıyor, işleri neticelendirirken inşallahsız bir neticenin ne kadar parçalayıcı ve kırıcı olduğunu düşünmüyorsunuz.”
Hazirundan homurdananlar oldu. “Siz de hiç inşallah demiyorsunuz. Size niye bulaşmadı?” Bu algısız almazlar bir taraftan edepsizdiler de. Onca saygı dolu zamanlardan sonra azıcık gururlarına dokunulunca edeplerini kaybedivermişlerdi işte. Kızdım. Kızmadım. “Çünkü” dedim, “çünkü bizim her halimiz inşallah!” Ve çareyi onlara söylemeden Yeğenim Ali’yi de alıp, bu almazları terk ettim.
Ahmet Kubilay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İKİ SEÇENEK: YENİ ZİHİN VEYA KÖTEK

“Çin halkı, herhangi bir yabancı gücün kendisine zorbalık etmesine asla izin vermeyecektir. Bunu denemeye cesaret edenler kafalarını çelik b...