fetret | kalem | asa | radyo | kamyon | sinyal | tahta | bordo
Tuhaf bir rüyanın hemen altına inip, kaybolma korkusuyla son sürat yüzeye çıktıktan sonra kendimizi sahile zor attık. Yeğenim Ali ve ben Turhan başka mekanların insanıydık. Sahilin açıldığı mekanlarda kaybolurken zaman içinde fark ettik ki biz aynı zamanda başka zamanların da insanıydık. İlk gördüğümüz çöle girip, kaybolduk. İnsan bazen çöllerde kaybolmalıdır. Çölde bir akrep, istesin sizi kilometrelerce uzaktan fark edip, gelip bulabilir. Allah’tan akreplerin çoğu çok tembel hayvanlardır. Rabbim akrebi bol milletlerin akreplerine yoğun tembellik illeti versin. Amin.
Bu seferimiz çok sade ve kolay yorumlanabilir olsun diye düşündükçe, her seferinde, işler daha da karmaşıklaşıyordu. Çölü geçtik. Ölçmekten aciz kalacağımız kadar küçük veya büyük bir zaman zarfında olduğu için vakti bilemiyoruz. Zaten herşeyi kayıt altına almak da mümkün değil. Küçük büyük demeden herşeyin yazılı olduğu/olmakta olduğu/olacağı kitap da bu değil zaten.
Sırt çantamızdan tuhaf bir pusula çıkardık. Bu ancak en yanlış yönü seçtiğimizde uyarı veren, akıllı, konuşan, hatta bazen gereğinden çok konuşan bir cihazdı. Elimizde pusulamız olsa da bütün yolların kayboluşun başka acı yönlerini işaret ettiği bir sefere düşmüştük. Bunu bütün hücrelerimizle hissediyorduk. Gözlerimizde acı ve parlak pırıltılar, baktığımız her yönde karanlıklar görüyorduk. En karardığı yerde Zülkarn çıkıp geliverdi. Elini kalbine götürerek verdiği selamı ciddiyetle aldık. Dudaklarımız susuzluktan, gözlerimiz ışıksızlıktan handiyse kurumuştu. Bütün bu çıkmaz, tayin edilmez yönlerin ortasında bir yerde fetrete düşmüştük. Buna kapkara bir rüya mı sebep olmuştu; yoksa rüya bu karanlığın içinden bir çıkış noktasını mı işaret ediyordu, bilemiyoruz. Zülkarn, kalbimize bizi de aşan bir rüya tabircisi olarak göründü. Bakalım, kalbimize görüneni aklımız kabul edecek kadar akıllı mıydık!
“Bu fetreti kırmalısınız” dedi Zülkarn. Her zamanki gibi ayrıntıya hiç girmedi. Yine birkaç cümle kurup, kaybolacaktı. Bize bir kalem uzattı. “Kalemi kullanın. Kalemle yazmak önemlidir. Bazen klavye de olur” dedi ve kayboldu.
Işığın çöllerinden, karanlık yerlerden, sapa yerlerden, tehlikeli menzillerden geçerek sefere devam ettik. Abdulbasıt Abdussamet, bir yerlerde Kıyamet Suresi’ni okuyordu. Bu tilavet ulaştığımız bütün mekanların canlı hücrelerini, cansız zerrelerini dolduruyordu.
Yörüngelerindeki cisimlerin, isteseler de, istemeseler de hedeflerine çekilmesi gibi irademizi kullanır taklidi yaparak sadece cazibenin kanununa uyuyorduk. Kanun o kadar şeditti ki uymak için herhangi bir gayrete gerek yoktu, o zaten sizi kendine uyduruyordu. Yerçekimi kanunu gibi. Hakikattir ki herşeyin temelinde bu cazibe kanunu vardı. Yürürlükten kıyamete kadar kalkmayan bir kanun. Fetret, bu kanunun etkisinin kırıldığını sandığımız anlar olsa gerek.
Karanlığın içinden geçerken, içinde bulundukları karanlıktan daha karanlık bir kavme rast geldik. Yüzleri karanlık, gözleri daha karanlık, gözbebekleri ışığı yutacak kadar karanlık. Kıyasıya kavgaya tutuşmuşlardı. Kimin safı nerde başlıyor, nerede bitiyor belli değildi. Dahil olanı kadar cephesi olan bu savaş, hem bizim savaşımız değildi, hem de müdahil olmak zorunda olduğumuz bir sürecin son savaşıydı. Müdahil olmak zorunda kaldığın her savaş, senin savaşın olmak zorunda değil.
Kavim, bizi uğraştıran pek çok kavim gibi, dilleri var anlaşamaz, bir türlü söz dinlemez, anladıkları en bilinen dilin şiddet dili olduğu bir kavimdi. Şefkat kanatlarımız kapatıp, en şiddetli maskelerimizi takmalıydık. Onlarca dil bilen biz iki hakiki savaşçının adı geçen lisanda ekstra ekstra belagati, selaseti, sarahati vardı.
Savaşı seyredecek en uygun tepeyi seçtik. Konik tepenin zirvesinde bağdaş kurup, oturduk. Kollarımızı birbirini kucaklayacak şekilde kavuşturduk ve derin derin “chi” nefesleri alarak savaşı seyre koyulduk. Aslında seyirci de olaya müdahildir ya, bir açıdan biz de savaşıyorduk. Savaş o kadar kızıştı ki karanlık koyu bir kızıllıkla kızardı. Havalar ısındı. Sam yeli her zamanki yönünden değil bütün yönlerden esmeye başladı. Ecel cellatları olmak zamanıydı. Bu savaşa birkaç kelimelik son katkıyı yapalım niyetiyle Zülkarn’ın verdiği kalemi çıkardık. Kalem benim elimdeydi. Yeğeni Ali, huşu içinde yancılığımı yapıyordu. Havaya birkaç kelime yazdım. O malum ayeti yazdım. Savaş havada donuverdi. Herşey duruverdi. Kiminin eli tetikte dondu, kiminin kılıcı havada. “Ödlek” bedeninden fırlayan bir kelle havada, öylece, yere düşmeden, donuverdi. Zaman akıyorken mekan bütün boyutlarıyla dondu. O “kızıl havalar” ateş renginden buz rengine dönüverdi. İmdi tam zamanıydı, bu fetreti yarmalıydık. Huruç zamanı gelmişti. Bize bir asa lazımdı.
Sırt çantamızdan kırmızı kaplı bir asa çıkardık. O malum, meşhur, muhteşem asa. Dokunduğu yerden su çıkaran, dokunduğu ateşi söndüren, değdiği toprağı, kayayı, zemini yeşerten. “La Havle” çekip, yoktur Anın kudretinden gayri sığınak, dayanak, barınak, sefere devam ettik. Her adımımız kader defterimizdeki solmaz yazıların üzerinden geçmek gayretiydi. Biz mi temize çekiyorduk, kendimizi mi temize çekiyorduk. Biz mi yazıyorduk, biz mi yazılıyorduk, bu mesele basit bir felsefe meselesinden artık bir şey değildir.
İlerledik. “Radyo günleri”ni geçtik. Televizyon setlerini geride bıraktık. Sanal dünyaya kavuştuk. Yalçın bir dağın hemen öncesinde beliriveren bir derin kazanın içine girip, yine sırt çantamızdan çıkardığımız klavyemize yumulduk. Yazdık, yazdık, yazdık. Yüz bin alemin yüz bin ayağında birer gezegen. Her gezegenin bir ademi var. “Yüz bin adem var.” Bu gördüğümüz hangi ademin oğullarıdır, bilemedik. Etrafımızı bir kalabalık kuşattı. Hem nefes ve temas mesafesinde çepeçevre milyonlarla kuşatılmıştık; hem de çok ama çok yalnızdık. Civa kadar yoğun kalabalığı yara yara geçerek ilerledikçe etrafımızdaki gençlerin adım adım yaşlandığını, saçlarının dökülüp, burunlarının uzadığını müşahade ediyorduk. Biraz daha ilerde birer ikişer ölüyorlardı. Kara komando bereleri takmış kimi göbekli, kimi göbeksiz ama istisnasız herbiri birbuçuk insan yüksekliğinde siyah kıyafetli canlı mankenler kürek kürek topladıkları insanları kamyonlara atıyorlardı. Bu toplanmazsa kokacak cesetler fevc fevc, kafile kafile kamyonlarla sonunu göremediğimiz ama bildiğimiz bir noktaya sevkediliyorlardı.
Bir zihnimizden, klavyeyle yazmaya devam ettik. Her tuşa basışımız nota gibi çok özel sinyaller halini alarak bilinen alemlere yayılıyordu. Kamyonların peşinden seyirtirken ilahi bir müziği besteliyorduk. Yahut var olan bir besteyi klavyeyle çalıyorduk. Yahut biz o bestenin ta kendisiydik.
Yol bizim için de bitti. Tahtada nihayet bizim de adımız yazıyordu. Tabutumuza girip, sonraki aleme akmaya devam ettik. Bu yeni alem bordodan mamuldü. Bordo tabut, bordo beşik, bordo karyola. Bordo bordo. Herşey bordo. Renkler hiç biter mi, yol hiç biter mi? Nihayet bir fetretin daha sonuna ermiştik. Esas olan akış, fetret onun mütemmim cüzüydü. İyi bir şeydir fetret.
Ahmet Kubilay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder