19 Ekim 2018 Cuma

KURARSA DÜZENİ GARİPLER KURAR

"Bu benim mantralarımdan biriydi - odaklanma ve basitlik. Basit karmaşıktan daha zor olabilir: Düşüncelerinizi temizleyip basitleştirmek için çok çalışmanız gerekir. Ama sonuçta çabaya değer, çünkü amacınıza ulaştığınız anda dağları yerinden oynatabilirsiniz."
Steve Jobs

İnsanların çoğu konuşurken düşünmeyi öncelemiyor. Kendini satış yapmak zorunda hisseden bir esnafın doğruluğu değil müşteri adayını iknayı önemsemesi gibi, fırça yiyen bir ergenin, bir işçinin anlatılana, hatasına değil bir an önce o "nahoş" durumdan kurtulmaya odaklanması gibi, gürültüden korkan kedinin tek meselesinin bir an önce kendisini güvende hissedeceği yere kaçmaya çalışması gibi. Neticede de değişmiyorlar. Nesiller boyu aynı hataları farklı ve özellikle bizim coğrafyamızda renkli senaryolarla tekrarlayıp duruyorlar. Allah'ın adını hakkıyla anmadığı için kazdığı tüneli bir türlü bitiremeyen menkıbe ırkı gibi asırlar boyu aynı başarısızlığı yaşayıp, zamanla da bunu millî bir özellik, başarmanın kendilerine has bir görüntüsü sanıyorlar. Neticede aslında ters yüz edilmiş bir kısır döngü, öğrenilmiş çaresizlikten ötürü kahramanlık gibi görünüyor, yaşanıyor, okunuyor.

Yazıya "insanların çoğu" ifadesiyle başlayarak insanlığa iftira atmış olmayayım. Bu yükü alt-insana, yani coğrafyamızdaki karşılığıyla almaza yükleyelim öyleyse. Evet, almazın doğruluk problemi pek yoktur. Mesele o anda işinin görülmesi, dileğine ulaşmak, kendisini sıkıntıda hissettiği durumdan kurtulmak veya aslında temelsiz olan iddiasını muhatabın da akıl yürütme zaafından yararlanarak ispatlamak, herhangi bir ortamda üstünlük kurmaktır. İspatlamak sabitlemek manasına. Oysa almazın sabiti yoktur. Bugün ak dediğine menfaati yön değiştirirse pekâlâ yarın, hatta yarım gün sonra, dava gerektiriyorsa yarım saat sonra kara diyebilir. Hatta ve hatta bunun en profesyonelleri aynı cümlede birbirini takip eden cümlelerde ak kara tandeminde "erk"le dans edebilir.

Çok mu "almaz" diyorum? Aslında en sağlam izah en basit olanı. Almaz öninsan olandır. Hastadır. Üzerinde çok da durulmamalıdır. Ama almazlığın bağlamını incelerken hayatın genel kurallarından biri yine tecelli ediyor. En basit olan aslında aynı zamanda en karmaşık olana işaret ettiğinden onu anlamak daha büyük enerji istiyor.

Tek hareketle değilse de bir kaç çift hareketle, tek pikselle değilse de birkaç düzine pikselle gidişatın menzilini, fotoğrafın bütününü görmek özel bir yetenektir. İzahı zor olsa da gerçek bir yetenektir. İşleyişinin arka planındaki kodları anlamlandıramadığımız halde sonuçlarının çelişmezliği ve değişmezliği, sabitliği üzerinden emin olduğumuz bir örüntü var: Bir köpeğin hep aynı yere yatma huyu. Hep aynı yere, hep aynı pozisyonda bedenini yerleştiren köpeğin beynindeki bu örüntü sosyal hayatımızda da var. Özellikle hata yapan insanlar, almazlıklarını aşmadıkları, aşamadıklarında mütemadiyen aynı hata örüntüsünü tekrarlayacaklardır.

Bir tanıdığım, bu tip almazları ve onlara benzer örüntüleri tekrarladıkları halde almaz olmayan insanları da aynı kefeye koyarak "saatli bomba" benzetmesi yaptı. Külliyen yanlış buluyorum. Bir toplumun kötü gidişatını kökünden değiştirecek yetenekte insanlar da öngörülemezlikleri, rahatsız edicilikleri, bazen zahmet vermeleriyle uzak durulması gereken insanlar gibi görünebilir. "Din gariplerle başlar" ifadesindeki garip kelimesinin Türkçe'deki garip, gariban, kimsesiz manalarıyla çok ilişkisi yok. Daha çok "tuhaf karşılanan", "normal dışı görülen" anlamına geliyor. İngilizcedeki "freak" veya "weird" kelimeleri rivayetteki anlama daha uygun düşüyor.

Burada mesele şudur: Delinin kriz çırpınışlarının verimsizlikleriyle, ameliyat edilenin, düzelenin narkoz eksikliğinden ötürü acı çekerken haykırışı birbirine kolaylıkla karıştırılabilir. İnsan, almazlığın şeytani örüntüler ağından kurtulurken de acı çeker. Bu acı çekiş delinin deliliğinden kaynaklanan acı çekişle kolayca karıştırılabilir. Kurtulmasına delalet eden acıyı hastalığın devamı sanan çok "hasta" tedaviden kaçıp kurtulmayı düşünmüştür. Almazlık tedavisinin en yaygın ve kritik handikapı da budur. O yüzden topluma gerçek manada faydalı olabilen yetenekli ezber bozucu ve geliştiriciler aynı topluma bazen rahatsızlık verebilir. Bu normaldir. Onlardan rahatsız olmak biraz da yıkılası kültürün açısında hapsolup kalındığından, o aşağı altkültürün etkisiyle bakmaktan kaynaklanır.

Einstein'a izafe edilen bir söz var: "Hiçbir sorun onu doğuran bilinç seviyesiyle çözülemez." Fetâların bazılarının, (onlardan değişimin öncüsü olacak çift kanatlı almaz olmayanların bazılarının), onların derinliğini idrak edemeyen toplumda rahatsızlık doğurması ihtimali bu sözle açıklanabilir. Hani ben de sık sık diyorum ya: "Bugüne kadar çözüm diye ortaya konan şeyler bizi bir yere götürebilseydi orada olurduk. Orada mıyız? Hayır. O zaman o çözümler bizi oraya götürmemiş demektir."

O zaman yeni bir şeyler deneme zamanı. Gerçeklik algısında romantik ve ağır sorun olan bir topluluk, gerçekle, gerçek vurgusuyla temas ettiğinde elbette rahatsız olacak. Almazlığın şiarındandır: O her zaman kendisine en zarar vereni seçer. O halde çoğunun "doğru"dan tuhaf bir şekilde rahatsız olması, kendi gibi görmediğini zihnen dışlaması, kaliteyi idrak etmeyişi, hep en zararlı seçeneği seçişi geçici bir hastalıktan ibarettir. Israrla aranıp bulunacak yeni ifade ve temas yolları almazların da nasibi olanları kısıldıkları şeytani kapandan kurtaracaktır. Yapılmaya devam edilmesi gerekenler: Çözümü güçlendirmek, okuyup, yazmak, üretmek, üleşmek, Allah ve Peygamber sevgisini bu topraklarda her başardığımız dönemde olduğu gibi hastanın ilacı kusmasına bağışıklık gösterecek ısrarcılıktan şaşmadan tekrar tekrar yaşamaya ve yaymaya odaklanmak.

Allah'ın tabir caizse holografik yarattığı bu evrende aslında yeni de tekrarlayan bir örüntüler serisidir. Yaşasın Elest Bezmi'nden beri değişmeyen sarsılmaz yeni.
Ahmet Kubilay

18 Ekim 2018 Perşembe

ENVER PAŞA ÜÇ SENE SONRA DOĞACAK

Türkiye için gerçekten "çılgın" projelerimiz var. Ayrıntısını o ayrıntıların uzmanlarına bırakmak üzere kaba taslak ifade etmeye çalışalım. Bunlardan biri "elit merkez üniversiteler". Diğeri "yoğunlaştırılmış nüfus projesi". Bir diğeri...
Dokuzlar

Asla değişmeyeceğini bildiğiniz şeylerin sizin de hayatınızı kaçınılmaz bir şekilde etkileyeceğini gördüğünüzde ne hissedersiniz? Ne yapmayı düşünürsünüz? Çok önemli sorulardan biri bu.

Mücadeleye devamda ısrarcı olmak lazım. Metaforlar, mecazlar üzerinden sağlam verilerle yola çıkıp, sağlam bir yol haritası kurmak lazım. İlmek ilmek mücadeleyi örmek lazım. Asla değişmeyecek şeylerin etkilediği korkunç "şey"den etkilenmemenin illa bir yolu olmalıdır. Frekansı değiştirmek, boyutu değiştirmek kesin bir çözüm olabilir. Başka bir boyuta geçmenin, etkilenmez, kurşun geçirmez olmanın teknolojisini inşa etmek lazım. Mühendisinden, işçisine, muhasebecisinden patronuna ihlas sarmalıyla sarmalanıp, Rasulullah'ın emrettiği gibi "Kehf" suresini okuyup, idrak etmek lazımdır. Yapılmak istenenin özeti şudur; bir matrise kapana kıstırılmış gibi kıstırılmış bir kavmin evladıyız. Bu matrisin olumsuz etkilerinden etkilenmeyecek, olumlu şeylerin de faydasından azami fayda devşirecek yeni bir iç matris inşa edilmeli. Bu matris, aynı kavme, kendi kavmimize olan sevdamızdan ötürü, yine onlara rağmen bile olsa, onlar adına yapılmalı. Mesleğinde çok iyi olduğunu bilen bir doktorun, bırakın onun doktorluğunu tıbba bile inanmayan sevdiklerine, bir yolunu bulup, yardım etmesi, onları tedavi etmesi gibi. Bu mecazlar, meseller önemli. Bizi hakikate yanaştırırlar.

Bu yazının en başındaki soruya dönelim. Nedir "asla değişmeyecek şey"? Nefstir. Nefsin sıfatlarıdır. İnsan tekinin sıradanlığı aşmadıkça, terbiye yoluna girmedikçe bu nefsin ona yaptıracağı akılsız işler, hissettireceği akıldışı duygulardır. 

Hayatının akışını nefsin kontrolünde yaşayan sıradan insanın davranış modeli nedir? Almazlıktır. Almaz düzelir mi? Evet ama çok zor. Bunda yüzde bir oranı geçerli. Kalan yüzde doksandokuz için Hucurat'taki "(Onlara) söyle itaat etsinler) emri geçerli. "Söyle itaat etsinler"den maksat sıradan insanın kurallarla, alışkanlıklarla, örfle, maaşla, yevmiyeyle, ücretle, kanuni ceza korkusuyla, fıtratının demir kafesinin tabi sınırlarının etkisiyle ahmaklığının, aptallığının, öngürülebilir ve öngörülemez zararlarının engellenmesi için sistemler ve alt-sistemler inşa edilmesidir. "Söyle itaat etsinler" düzen fikridir. Şeytanların zincirlerle birbirlerine bağlanıp, etkisiz hâle getirilmesidir.

Asla unutulmaması gerekendir: Almazla ortaklık olmaz. Ancak almaza iş verilir. Sıkı bir düzen fikri içinde almaz hayır için, halkın ve insanlığın istifadesi için istihdam edilebilir. Almazdan en fazla işçi çavuşu olur. Meselâ koca koca üniversitelerin kürsüleri bu adamlara emanet edilmemelidir. Pastanede pastacılık imkanı verilip, halkın nişasta bazlı şekerle zehirlenmesine sebep olunmamalıdır. Kazma kürek işi, bakın o olur. Ama almazların kritik ve toplumun her türden sağlığını tehlikeye atacak işlere yaklaştırılmaması gerekir. Asla unutulmamalıdır ki toplumun akıl sağlığı, beden sağlığı, ruh sağlığı, trafik, veri ve dinî bilgilere ulaşma güvenliği ölümcül önemdedir. Salgın hastalık seviyesindeki ciddiyetsizlik kendi ortamında hapsedilmeli, o ciddiyetsizliği hayatının tabi fonksiyonu gören almazlık karantina halinde zararsız olacağı kendi ortamına kilitlenmelidir.

Tarih gerçekten tekerrür eden bir şeydir. Dikkati zayıf ve idraki kusurlu gözler tarihin tekrarını yaşarken sadece şaşalı veya sıkıntı verici kısımlara odaklanır, "büyük fotoğrafı" ıskalarlar. Tarih kendini tekrar eder. Her seferinde, öz aynen kendini kurarken renkler, sıcaklık, gürültü oranları ve diğer değişkenler gibi unsurlar işin özünü etkilemeden değiştiği için cahil ve sıradan bir göz bu tekrarları hissetmez bile. Kalabalıkların "doğal" olarak iltifat ettiği yeteneksiz şöhretlerinden birinin de dediği gibi: "Yedi nota var. Kaç beste yapılabilir ki?" Başka bir ifade biçimiyle; her bilgisayar programı özünde aynı özellikleri taşır. İşin ehli yeni bir programı naehline nazaran çok daha hızlı çözer, öğrenir.

Almaz, genelde öğrenemeyendir. Aynı örüntü binlerce kez tekrarlasa bile almazımız bundan bir ibret payı çıkaramaz. O, öylece seyredendir. Almaz maruz kalandır. 

Almaz fena etkileyendir. Ağır "manyetik" etkisi vardır. Bu etkinin ortaya çıkması için onunla aynı mekanda olmak bile gerekmeyebilir. Almazın nazarı, şu veya bu sebepten sizi tanıyor olduğunu, biliyor olduğunu zannetmesi, aklından sizi geçirmesi hayat fonksiyonlarınızda âni ve anlamsız düşüşlere sebep olur. En iyisi kendinizi almaza unutturmaktır. Keşke mümkün olsa da varlığınızdan bile haberdar olmasa. 

Almaz fıtratı itibariyle haindir. Kastı olmasa da, çok yaygın olduğu üzere bunun kendi farkında olmasa da almaz haindir, yarı yolda bırakandır, "Kazak"tır. Kendini daha iyi hissetmek için başkalarının başarısız olmasını, hasar görmesini, kötü olmasını ister. Başarmanın maliyetini karşılayamayacak kadar ruh fakiri olduğundan, kendini ancak tanıdıklarının başarısızlığıyla, fakirliğiyle iyi hissedebilecektir. Almaz, yoksunlukta, yoksullukta, başarısızlıkta eşitlik ister. Kurtulma ümidi olan bir mekandan, zamandan ve ortamdan kaçan almazın ilk yaptığı genelde kendisi gibi kaçgunlarla bir araya gelmektir. Almaz, aklı biraz başında gibiyken, bir teşehhüd miktarı adam olmaya durmuşken neye sövdü, hangi hareketi hakir gördüyse bizzat onu kendisi yapacaktır. Ve asla da hedeflediği menzile ulaşamayacaktır. 

Almaz müzmin ve muhakkak kaybedendir. Tabir caizse, onun zihninde yüklü işletim sistemi azgın "bug"lar, kırılamaz saldırı virüsü örüntüleriyle arızalıdır. Kazar kazar tüneli bitiremez. Gider gider varamaz. Almaz mütemadiyen aynı günü yaşayan bir simülasyon askeridir. "İmparatorluklar Çağı"nın fareyle güdülen askeridir o. Kaybettiğini bile fark eder gibi olurken asla fark etmez. Kendi bulanıklığında bunalımlı bir deniz suyu susuzluğu içinde leylasını satan çöl mecnunudur o. Delikanlıca bir nefreti bilmediği gibi aşkı da bilmez.

Yengeç sepetindeki herbir yengeç, almazdır. Yükseleni, yükselmeye niyetleneni, yükselme eğilimi göstereni çeker kolundan tekrar kendi seviyesine indirir. İnsanoğlunun almazdan elini, kolunu, bilumum organını sakınması gerekir. "Almazlardan uzak durmak" en mühim yol düsturlarından, Hakk'a ulaşacak insanın temel şiarlarındandır. Okumak bunu gerektirir.

Nasıl yapacağız? Soru birazcık tecrübeyle çok rahat bir şekilde daha sorulmadan cevabı bilinecek bir sorudur. Bilmeden bilmek diye bir şey var. Allah'ın yeryüzünü, görünen ve görünmeyen âlemlerini kuşatan göstergelerden okunabilen ilimden nasibi olan insan açıkça anlamadığı ayetlerin bile aslını hisseder. Bu göstergelerin de bir raconu vardır. İşin püf noktası rahat olmaktır. 

Almazlardan uzak durmak yolun acemisiyken aynen uygulanması gereken bir düsturken zamanla almaz-geçirmez bir hâle, sıfata ulaşılacağından "halk içinde Hakk'la beraber" prensibine geçilir. Çünkü imtihan dünyası olan bu sosyal düzende müslüman için manastıra kapanmak yoktur. Aşılarını tam ve düzenli yapmış olarak işe, güce, faaliyete koşmak, koşturmak esastır. Tekrarda fayda var. Akışı hissedemiyorsan, yapamadığını düşünüyorsan ringe çıkmayıp, uygun bir mesafede antrenmanları sıklaştıracaksın. Almazlardan fiilen, kelimenin gerçek anlamıyla uzak duracaksın. Zamanı geldiğinde de "manastıra kapanmak bizde yoktur" deyip aynı sosyal düzende en iyilerden olacaksın. Yalnız yaşamak, asosyallik, hayattan soyutlanmak bizzat hayatın temel kurallarına aykırıdır. Çünkü başkaları için yaşamayan müslüman değildir. Üretmek, inovasyon, Türkçesini yaşayarak kuracağımız tabirle "larger than life" olmak, öz kültürümüzde unutulmuş ama biiznillah şimdi tekrar canlanması elzem olan "ibnül vakit" olmak... Muhakkak görünen bir toplu yıkılıştan kurtulmak bunlarla mümkün.

Her kimsen, vakit hangi vakitse de bunu her okuduğunda sana hep klas duruşlu günler dilerim.
Ahmet Kubilay

* Başlıktaki mesele: Adam koca profesör olmuş Enver Paşa'yı daha doğumundan üç seneki bir tarihte padişaha rağmen ülkeyi savaşa sokmakla suçluyor. Meselesi o padişahı seven birini etkileyip önemli bir makam sahibi olabilmek. Şoförün direksiyonun yerini bilmemesi kadar izahı zor bir bilgi hatası yaparak kendi uzmanlığını inkar ediyor. Bunu sehven yapıyorsa facia, yok hakikaten bilmiyorsa cehaletin en almaz biçimidir. Durum budur. Fazlası, zamanla daha izah edilebilir hâle gelecek. Bu kadar cehalet ancak almaz bir toplumda revaç bulur.

17 Ekim 2018 Çarşamba

SONRA BEN DE ÖLDÜM İŞTE

Sonra ne mi oldu? Öldüm, akış devam etti işte.

Bu ölmeden önce ölme meselesinin hakikatle bir ilintisi olmalı. Bunun, hakikatten bir payı olmalı. Bildiğimiz hayatın içinde akabilen, ikinci bir kat hayat olmalı. Bu içinde debelendiğimiz, alçak kodların memleketi olan dünya hayatının görünen dekoru birinci fiziktir. Bunun içinde, dışında, bilmediğimiz bir boyutunda, Hintli yılan oynatıcısının müziğiyle kıvrıldıkça döne döne yükselinerek girilebilen bir başka boyutta, ikinci fizik muhakkak var olmalı. Beş duyunun açıldığı, genişlediği, ölmeden önce ölmek anlamına gelebilecek, bütün renklerin dışında renklerin bulunduğu, bütün randevuların tüketildiği yerin çok uzağında bir yerde, gerçek bir buluşma yeri olmalı. Mevlana'nın tam olarak dediği budur. Sen bu anlattıklarıma, hikayedir, de geç. Anlayan anlayacak bütün bunları. Var eden yarattıysa öyle bir yer elbet vardır.

Bunun hikmeti nerde?

Loş ışıklı, neredeyse karanlık bir kütüphanedeyim. Onlarca metre uzayan okuma masaları, ışığı kapalı okuma lambaları, kimsesiz, etraf ıssız, hiç kimse yok. Bir tek ben varım. Kütüphaneci de yok. Bunu, kütüphaneciyi tanıdığımdan diyor değilim. Bu kadar büyük bir kütüphanenin muhakkak, hem de birden fazla kütüphanecisi olmalı. En azından ben öyle düşünüyorum. Hımm, bu bir rüya. Hayat nedir ki, iç içe akan rüyalar. Ne zaman ki bu rüyalar rüya düğümlenmesi sendromu neticesi boz bulanık akmaya başlar, ortalık karışır, kafalar karışır, ruhlar daralır, rüya gören kimse bu yeteneğine pişman olur. Her taraf karman çorman. Felaket bir daralma. Ne diyordu Peygamber, "insanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar." İşte tam orda devreye başka bir mesele daha giriyor. Bir de ölmeden önce ölmek var. Demek ki, ölmeden ölmeyi becerebilenler; diğerleri, o kuru kalabalık tarafından anlaşılmayacak bir surette aslında ölüdürler, artık onlar şahittirler ama çoğu anlamaz; o anlamayanlar o kadar sağdırlar ki ölülerin halinden anlamazlar. Artık onlar şahittirler. "Onlara ölü demeyiniz." Yoksa ölmeden önce ölmek ne anlama gelebilirdi ki?

Aradığımız lineer olmayan bir dildir. Başlarda kendisi bizim  irademiz dışında akan, bizim sadece kulak verdiğimiz bir lisandır. Ehliyet kazandıkça, uzmanlaştıkça, "o" oldukça da o lisan artık bir lisandan çok fazlasıdır. O lisanla beraber bir "biz"in parçası olunmuştur.

O bilinen Türkçe, İngilizce, Arapça, Sankskritçe'den ayrı, apayrı, başka bir dildir. Bütün dilleri aynı anda, tek seferde içerebilen bir dildir.  Bu dil, ancak bu dili anadili gibi konuşabilenle yüz yüze tanışanların anlayabileceği bir dildir. Bu kağıttan, kürekten okunup öğrenilmez. Bu dille yazılmış bir metni, yazanla aynı halleri paylaşmadan anlayabilmek namümkündür. Mevlana, Mesnevi'de kulağıyla görenler, gözüyle işitenlerden bahseder. Mesele beş duyuyu çok çok genişletip halleri okumak, gündüzün ortasında gecenin dip karanlığını görebilmek, aldatılmadan anlamak, bir bakışta kendi hakikatini inkar eden insancıkları tedbirli bir bakışla hayatından eleyebilmek yeteneğini geliştirmektir. Mesele ayvaz olmaktır. Ayvazlığın ne olduğunu anlamaktır.

Bu metindeki dil de o dildendir ki bunu ancak belli bir pratiği yaşayanlar şipşak, çocuk oyuncağı gibi anlayıverirken diğerleri, hiç bir pratiğe sahip olmayanlar, "ne diyor bu" der, geçerler. Anlamıyorsan sen de öyle yap. Kendini yorma. Buraya kadar okuduysan ve hiçbir şey anlamadıysan o güzel aklına, o nazik idrakine yazık. Biraz da "bu şiir gibidir" de, öyle geç.
Ahmet Kubilay

16 Ekim 2018 Salı

BAMBAŞKA BİR DÜNYA İÇİN YENİ ARAYÜZ


"Ebdal'dan el Kesib isimli imam şöyle derdi: Allah bütün bilgiyi feleklere yerleştirdi. İnsanı ise bütün alemin bağlarının (alemdeki şeyler arasındaki bağ ve münasebetler) bir toplamı yaptı. Binaenaleyh insandan alemdeki her şeye uzayan bir bağ vardır. İnsanda bulunan bu bağdan, insana ulaştırması için Allah'ın o şeye bıraktığı durumlar meydana gelir. (Yine) Arif-insan, bu bağdan istediğinde o şeyi hareket ettirir. Şu halde alemde insanda eseri bulunmayan bir şey olmadığı gibi insanın eserinin bulunmadığı her hangi bir şey de yoktur. "
Muhyiddin

Yaşadığımız tek yer olduğunu düşündüğümüz/zannettiğimiz dünyaya "görünen âlem", "müşahade âlemi" deniyor. Kaba bir tasavvuf teriminden öte, içine ilk doğduğumuzda, kendimizi bilmeye başladığımızda "işte dünya budur, burasıdır, böyle bir yerdir" diye şuurlandığımızda bu dünyayı, "ölümlü dünya"yı en kaba haliyle idrak etmeye başlamış oluyoruz. Yazdığım kelimeler üzerinde daha ince düşündüğümde her bir ifadenin tekrar açıklanmaya muhtaç olduğunu görüyorum. Bu da en hafif tabirle kafa karıştırıcı oluyor. Okuyanlardan özür dilerim. "Ölümlü dünyayı idrak etmek" dedim ama bu da bir seviye meselesi. Ortalama bir insan ölümlü dünyayı hangi seviyeden idrak eder? Hele de günlük algı doğal olarak bu kadar sorunluyken. Birçok istatistik gösteriyor ki günlük seviyede algımız zayıftır. Karşılaştığımız herhangi bir sosyal tabloda beş unsur varsa en akıllılarımız bile bu unsurların en az bir ikisini fark bile etmemektedir. O zaman idrak nasıl olacak? Ol sebepten bulanık bir dil kullanmak zorundayım. Özür dilerim.

İnsanların çoğunun yaşamakta oldukları tek yer olduğunu düşündüğü dünya aslında bir arayüzden ibaret. Bu arayüzü zihnimizde yüklü dil hangisiyse o dille dünyayı bir arayüz olarak okuyoruz. Bu, (Türk isek) sadece anadilimiz (olan Türkçe) değil, doğumumuzdan itibaren, çocukluğumuz, çevremiz, idrak ettiğimiz ve edemediğimiz şeylerle her bir insan teki için aslında çok farklı olabilen bir dildir. En yaygın kavle göre İslam Peygamberi'ne verilen ilk talimat "oku". Mesele bu arayüzün ötesine geçmek olabilir mi?

Çünkü dilimiz lineer bir dil. Bütün insanlığın bilinen dillerinin çok ezici çoğunluğu lineerdir. Dün, bugün, yarın çizgisinde ilerleyen zamanı yine dün, bugün, yarın çizgisinde ilerleyen lineer dillerle en doğru biçimde algıladığımızı düşünüyoruz. Oysa kaçırdığımız o kadar çok şey var ki. Sicim teorisinde an itibariyle son varılan noktada bilim insanları, sicimin yukarı doğru yedi aşamalı bir yansıyışla 11 boyutta bulunduğumuz varlık/düşünce kaneviçesine yansıdığını düşünüyor. Önemli noktaları deneysel ispatlı olan çalışmalar sonucu, yapılan matematik hesaplarla da belli oranda sağlaması yapılabildiği üzere, iki boyutlu sicim tam 11 boyutta (bildiğimiz) en yukarı yere yansıyor. Bizse ağırlıklı olarak 3 boyut içinde yaşıyoruz. Bu mantıktan hareketle bazı bilim adamları birden fazla evrenin var olduğunu düşünüyor.* Benim üzerinde durulması için ısrar ettiğim konu: bu evrenlerin iç içe olmaklığından bize ne türden bir "pratik" alan kurgulama imkanı düşebilir? En baba soru; bir çok sorunun sorusu işte tam olarak budur.

Dilimiz lineer dedim. Yeryüzünde bilinen ve kısıtlı ölçülerde incelenmiş birkaç lineer olmayan (non-lineer) dil var. Bu dilleri kullanan bu birkaç nadir bulunan kavim** modern anlamda teknolojiyle bağlantısı olmayan, ilkel tabir edilen kavimlerdir. Non-lineer bir dil konuşan bu kavimlerin günlük hayatları, benlik algıları, toplu yaşarken telepati dışında izah edilemeyen şeyler yapabilmeleri, uyku düzenlerinin, bazı biyolojik süreçlerinin tuhaf ve "modern" dünyadaki insana göre üstün sayılabilecek farklılıkları non-lineer dilin insanda neyi açabileceğine, günlük hayatın ne türden bir idrakle farklı okunabileceğine dair ilginç fikirler veriyor.

Bir de İlahî vahyin, Kuran-ı Kerim'in nasıl okunması gerektiği meselesi var. Günlük dilimiz ancak ölmemeye yetecek kadar zayıf bir seviyede seyrederken, Allah'ın kelamını idrak mümkün müdür? Yahut hakikati idrakten hissemize düşen şairin ifade ettiği kadar mıdır? "Anlamak yok çocuğum/ anlar gibi olmak var!" Kitabı non-lineer dillerden herhangi biriyle okumak bize ne öğretir? Elest bezminde "Rab" vurgusuyla sorulmuş bir soruya muhataptık. Yani temel mesele ömür boyu öğrenmek. Verimsiz bir dille bu ne kadar mümkün? Sakın imtihanın sırrı tam da bu hususta tecelli ediyor olmasın! Non-lineer okuma bahsinde de, non-lineer dillerin muazzam bir çeşitlilik arz ettiğini söyleyeyim.

Non-lineer dili öğreneceğimiz zemini önce inşa etmemiz gerekiyor. Bu, insan tekinin yapabileceği bir şey değil. Bu şey, Rasulullah'ın "omuz omuza" diye emrettiği bir araya gelme teknikleriyle kurgulanabilir bir şey. Ayna nöronlar denilen, bilimin yeni yeni varlığını ve derinliği, önemini fark ettiği bir mesele var. Aslı şudur: İnsanlar neredeyse hiçbir şeyi tek başlarına gerçek anlamda öğrenemiyor. Başka birinin aynı şeyi yaptığını görmeleri lazım. Beraber yaparak öğrenmeleri lazım. Bu işte sahabenin sırrı olsa gerek. Bahsettiğim, tabir caizse, ortak bir frekans yakalayan insan gruplarının beraber inşa edebildikleri/ettikleri/edecekleri dil non-lineer dildir. Bu dilin grameriyle ilgili bir şey değildir. Uzakdoğu anlatılarındaki mantra mantığına benzer bir idrak gerekmektedir. Hazreti Peygambere bir gün biri geliyor ve karın ağrısından bahsediyor. O da "bal geçirir" diyor. Daha sonra aynı zat geliyor ve "bal karın ağrısını geçirmedi" diyor. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi vessellem) "Allah ve Rasulu doğru söylüyor. Karnın yalan söylüyor" diyor.*** Mantra mantığı da buna benzer. İnsan grupları ortak örüntüler ağı oluşturur. Yine tabir caizse bütün insanlığı kapsayan matriksin içinde özel bir iç-matris oluştururlar. Genel fütüvvet söylemimizde iç-kavim dediğimiz budur.

Ayna nöron bahsinde de muhakkak vurgulamadan geçmemem gereken bir bahis var: Eğitim, çok yaygın olarak düşünüldüğü gibi teori esaslı değildir. Bilginin çoğu usta - çırak fizik ilişkisi sayesinde öğrenilir. Özellikle pratiğe dökülen bilgi böyledir. Tıp ve mühendislik eğitimine bakalım. Asıl mesele pratiğiyle, elle, dille, kulakla, tenle, insanın insanla, öğrencinin hocasıyla temasıyla öğrenmektir. Bilgi, Peygamber'e "yukardan" iner, Melek o bilgiyi özel usullerle iletir, Rasulullah da "insan tekleri"ne teker teker izah eder. O'nun izah edişi de sadece konuşma usulüyle değildir. Hep beraber işin pratiğine girişirler. Meseleler dar halkadan giderek genişleyen halkalara aktarılırken aynı zamanda holografik biçimde özel iç-matrisler de oluşturulur. "İkinin ikincisi" bahsindeki gibi daha özel bilgi, ancak daha özel iç gruplar arasında öğrenilebilir, tecelli edebilir. Kehf Suresi'nde "Rabbin katından bir ilim" verilmiş (Hızır)ı, Musa aleyhisselamın gerçek manada idrak edemeyişi örneğinde olduğu gibi bazı bilgiler de bazı "tek"lerin ömürleri boyunca oluşturabildikleri örüntüler ağında okunamaz, anlam ifade etmez veya yanlış yorumlanırlar. Özetle, eğitim büyük oranda pratik ağırlıkla yapılabilen bir şeydir. Gerçek ortam, gerçek ilişkiler, gerçek irtibatlar ve birbirini görebilen insanların birbirlerinden aldıkları hâller bütünüyle erişilen bir manevi sırdır. Aslında gayet açık bir sırdır ama Kartal'ın bir kilometreden yerde gördüğünü bazısı burnunun dibindeyken göremez.

Günlük hayat olarak algıladığımız, ahlaklı ve ahlaksız yöneticilerin, yalancı ve dürüst dindarların, ileri ve geri zekalı çoğunluğun, köşedeki market zincirindeki kasiyer, ötedeki hızlı tren garındaki biletçi, ahlakı ve müşteriyi memnun etmesiyle tanınan uluslararası firmayı bir sürü özel plakası olan siyasetçilerin desteğiyle kovan kavgalı evlilik mahsulü taksici, başçavuştan bozma apartman yöneticisi, maliyetinden kat kat pahalıya satılan elif cüzlerinin, ve daha neler nelerin hep birlikte oluşturduğu bu "ölümlü dünya"ya aslında bir arayüz muamelesi yapılmalı. Başka yazılımlarla çalışan bambaşka ve harp meydanında mertlere keyif verici  arayüzler üzerinden  aynı dünyanın çok daha fazlasının algılanması mümkün. Bambaşka bir dünya ve bambaşka hayatlar mümkün. O yüzden almazlardan uzak duralım. Yolda Ebubekir'i görünce selam veren Peygamber; insanların içlerinde işe yarar ancak bir tane bulunabilecek bir deve sürüsüne benzediğini söylüyor. Bu söze muhakkak itimat edelim. Bundan bir dünya görüşü, kafile kafile bir araya gelişlerden bir ahir zaman devrimi inşa edelim.

Ancak bazı filmlerde mümkün sanılan bir konglomeralar ağıyla mazlum milletlere güç, mağrur milletlere ayar verecek yeni bir arayüz tasarlamak icap ediyor. Söz ehlinedir. Antrenman yapmayan salonu meşgul etmesin. Vesselâm.
Ahmet Kubilay

* Bu akademik bir makale olmadığı için uzun vadede edindiğim teorik ve pratik birikim üzerinden konuştuğum için kaynak, ayrıntı vermiyorum. Bu başka bazı yazılarım gibi sohbet havasında okunabilir.
** Mesela bunlardan biri Güney Amerika kıtasındaki Pirahalar, bir başkası da Avusturalya kıtasında bulunan aborijinlerden bir kısmı... Ciddi incelenmesi gereken bu kavimler ve dilleri hızla yok oluyor. Ehline alarm vermiş olayım.
*** Hadis-i bilmânâ.

15 Ekim 2018 Pazartesi

BİR SUÇLU NASIL ASILMALI?

Bir vatandaş herhangi bir suç işlediğinde bunun cezasının ne olacağına mahkemeler karar verir, cezanın infazı da infaz kurumları olan cezaevlerinde yerine getirilir. Suç ne olursa olsun, suçlu kim olursa olsun mahkemeler dışında hiç kimsenin hiç kimseye ceza verme hakkı, yetkisi yoktur. Dünyada hukuk anlayışı böyledir. Dini açıdan da bu böyledir. Polis direkt ceza veremez. Kötü muamele yapamaz. Meselenin cezaya muhatap olanın hak edip etmemesiyle ilgisi yoktur.

Bu yargılanma meselesinin mantığının temelinde şu yatar: Zanlı, yani kendisine suçu işlediği "zan"nıyla bakılan insan bir milyonda bir ihtimal olsa da suçsuz olabilir. Ortada işlenen bir suç varsa bile zanlı akıl bakımından ceza verilemeyecek kadar zayıf olabilir. Görenler yanılabilir. Mesela ortada bir suçun işlenme ânı görüntüsü varsa; o görüntü montaj olabilir. Bu bir milyonda, bir milyarda, bir trilyonda bir ihtimalse bile hakikat budur.

Herhangi bir kolluk gücünün direkt ceza vermesinin hukuk alanı dışında da sonuçları olur. Mesela, ülkemiz hukukun uygulanmadığı, işlerin keyfilikle yapıldığı bir ülke intibaına sahip olursa "dış yatırım", "dışardan para" umanlar hayal kırıklığına uğrayabilir. Mesela, muhakeme yapılmadan infaz, keyfilik doğurur. Bu, ülkede zaten zayıf olan sistem fikrini daha da zayıflatır. Sistemi zayıf ülkeler üretim, eğitim, sağlık ve benzeri bilumum işlerin yürütülmesinde zayıf bir akılla, verimsiz hareket ederler. Bu sistemsizliğin, verimsizliğin o ülkeye maliyeti tahmin edilenden fazla olur. "Tahmin edilen" demiş bulundum ama bırakın tahmini asıl problemin farkında olan ne kadar az insan var. Maalesef, ağır bir "doğru okuma" arızası içindeki bir topluluğuz.

Özetle, kendini bilmez apaçinin biri ülkenin kurucu lideri ve ilk cumhurbaşkanının "büst"üne saygısızlık ettiği zaman hareketin karşılığı neyse o cezayla muhatap olmalıdır. Hele bunu "bölücü" bir saikle yapıyorsa ibret-i alem için cezanın hak edilenden daha yüksek olması da siyaset icabıdır. Ama ne yapılırsa yapılsın bu bir sistem fikri içinde, zekice yapılmalıdır.

Benim bu yazdıklarımdan da hayata çok yumuşak bakan biri olduğum zannı doğmasın. Gerektiğinde bizzat infazların ve ihkak-ı hakkın faili, hastası ve savunucusuyum. Ama yapılan şeyin delikanlıca olması lazım. Yapılan şey hoşumuza gitse de zayıflayan sistem fikri, kaliteli bir düzen anlayışının olmayışının maliyeti o "apaçi"nin cezalandırılmasından doğacak kamu faydasından daha çoğunu götürür.

Aklın, siyasetin, hukukun, ahlakın, Allah korkusunun gereği de budur. Güçlü toplumların şiarı da budur.

Yani hemşerim, adamı asacaksan bile, önce yargılayacaksın. Asıl öyle delikanlıca olur.
Ahmet Kubilay

14 Ekim 2018 Pazar

NAFİLE DEĞİLDİR KAFİLE ve PAROLAMIZ SEVGİDİR

"Bakın benim parolam sevgidir ama ben şiddeti de yerine göre bir enstrüman olarak kullanırım."
Ölümlü Dünya repliği
"Yalnızca güzel sözler yükselir!"

Duman ağır ağır yükseliyor. Uçsuz bucaksız derler çok geniş düzlükleri tarif ederken. Uç nedir, bucak nedir! Çoğu daha bu işin hakikatinden bihaberdir. Uçsuz bucaksız düzlüğün ortasında bir ağaçlık alan, alanın ortasında bir yerlerden yükselen kara boğuk dumanlar korumadığımız şeyin cayır cayır yandığının işaretidir. Kasabayı korumadık. Hiçbir gayreti, himayeyi hak etmiyordu. Azm ü cehd ile, bile bile, oh olsunlar eşliğinde onu korumadık. Tüte tüte tükeniyor. Onu kurtarabilirdik. Kılımızı kıpırdatmadık. Taşra yıkılmalıdır. Bu tür şerlerde kesin hayır vardır. Kasabanın güdümsüz, karizmasız, bereketsiz, şaşılmayacak derecede hareketsiz sakinlerini cayır cayır yaktık, şimdi sıra Cenab-ı Hakk'ın izniyle içimizdeki kasabalıyı boğmakta. Bunların görüp göreceği, erip erişeceği en büyük rahmet budur. Su gibi ateş de bir rahmettir. Neyzen'in aziz ruhuna dua ve selam: Kasaba hatibinin kürsüsü de, itfaiyenin hortumu da artık paramparçadır. Yan gel yat Osman, memur olmak isteyen bütün kasabalılar telef olmalıdır.

Bir kitap fuarında kıymetli bir dostumun kitabını inceleyen (güya, aslında ne bakan, ne görebilen bir ön-insan, bir hikmete binaen eksik bırakılmış) yaratık, kitabın adındaki "öküz" kelimesine bakıp, "ay, ben bunu çocuklarıma (güya öğrencileri) nasıl tavsiye ederim?" diye sorduğunda bu alt-türün eğitilmezliğini idrak ettiğim bir eşiği aşmış idim de Alatlı'ya "bunların çoğu eğitilmezdir" tespitinden ötürü şapka çıkarmıştım. (Kitap: İçinizdeki Öküze Oha Deyin)

Bir başka tip, her türlü ikiyüzlülüğe meyyal, menfaatine dokunmadıkça hiçbir kötülüğe karşı bir duruyor gibi yapışı bile mümkün değil, ahlak kavramını kendi çapsız, karizmasız, hünsa müşkil tavrıyla bir sanıyor, "yavşak" gibi yerine göre çok masum, yerine göre çok yerli malı, yerli yerinde bir kelimeyi "tam mahallinde" istimal etmenin "ahlak" söylemiyle çeliştiğini sanıyor. Yeteneksiz çakal kuyruğuna bak sen! Hepiniz susarken gizli taşra köşelerinde hayatları karartılan o "talebe"lerin hesabını gör bak kim soracak, "yavşak!" Karnın doyduğu müddetçe kimsenin derdi seni germiyordu, değil mi? Sahte pehlivan donlu ve dış güdümlü çakal tilkilerin ancak kuyruğunun kılı olabildiniz, aslında bu ceza size yeter. Yeteneğiniz sizi ancak "bu" çukura kadar çıkarabildi. Ama "amok" koşuya çıktı mı durmayacak, korkabilirsiniz!

Kafir şair öldüğünde ashabı Rasulullah'a "öldürmemize izin vermemiştiniz" mealinde konuştuğunda O, "yapacak olan sormazdı" diyen peygamberdir. Yapacak olan sormazdı. Bu, bugünün kasabalılarının anlayabileceği bir şey değildir. Onlar rahat yataklarda, kuş sütü kahvaltı hülyasında, ucuz galibiyetler peşinde sürünmektedirler. Gerçekle aralarındaki bu kalın perde, hakikatte, onların kendilerini "ilim - irfan" okyanusunda yüzme algısıyla yaşarken aslında bir (şeytanî) manipülasyon bataklığında  debelenmelerini, yani "alçak yalanlar"ını örtmektedir. Uyuşukluğu, ipek dokunuşlu kibarlığı, sinsi bir kibarlığı "efendi"lik olarak tanımladıkları alçak bir karizmasızlık batağında, kendilerini "ilim - irfan" okyanusunda yüzer zannettikleri bu kriz, pardon (şeytanî) manipülasyon onların ebedî cehennemidir. Lakin ehli hatırdan çıkarmasın, bir yalanın içinde yaşatıldığınıza inanıyorsanız, yalnız değilsiniz.

Uçsuz bucaksız bir ovayı görmeye başladık. Şükürler olsun. Ovanın ortasından dumanların kaybolduğu, - artık bereketli -, mevkiden Mars'ın Olimpos dağından daha yüksek bir dağ yükseliyor. On bin metre, yirmi bin metre, otuz bin metre... Sizi düşkünler sizi, tarih dönmeyecek sanıyordunuz... "Hep yer, içeriz, aptalları güderiz", değil mi!

Bu millet sizin düşük zekanızla tanımladığınızdan çok daha büyüktür. Sizden? İfade etmenin en küçük bir manası yok: kesinlikle büyüktür.
Ahmet Kubilay

* Bu yazı serbest yükseliş vezninde yazılmış bir şiire-benzer'dir. 25-30 yaş altı için uygundur. Bazı yazılar aptallara bir şey anlatmamak için yazılır. Vezin, gerçek şiir içindir. Onunla bütünleşik bir hayatınız yoksa anlamanız mümkün değildir ve gerekmez.

KURALLARI KAÇANIN BELİRLEDİĞİ BİR OYUN

"Kaplanı bulmak konusunda hiçbir yöntem kesinlik sağlamaz. Kaplan bulabilmek bütün kurallarını kaplanın belirlediği bir oyundur. Yapılabilecek tek şey bir kaplan olduğunuzu varsaymak ve onun düşündüğü, davrandığı gibi davranmaya çalışmaktır. Her şeyi ile varsayımlara dayalı bir oyun bu. Bir kaplanı ne kadar hissedebilirsiniz? Bu duygusal oyun, hissetmenin ötesinde bir davranış biçimi olarak algılamayı, yani kaplanın yaşam tarzı ve davranış biçimi ile ilgili bilgi sahibi olmayı gerektirir."
Süha Derbent - Vahşi Hayat Fotoğrafçısı

Aslında yazmak istediğimi yukarda yazıldığı kadar güzel anlatmayı beceremeyeceğimi düşündüğüm, anlatabileceğim ve anlatamayacağım herşeyi ihtiva eden ifade harikası bir alıntıyı (epigraf) bu satırların başına almakla kendi ayağıma sıkmış oluyorum. Belki bu küçük bir hiledir. Belki bir kaybedişin ağıdı; belki destanıdır. Benimkilere kıyasla müthiş anlaşılır olması da cabası!

Beni, kendimi, bizzat içimdeki bir ses "çok fazla göndermeler içeren, bu göndermelerin doğurduğu tedailerin okuyanı çok daha karmaşık bir kaos labirentinde boğduğu anlaşılmaz yazılar yazmak" konusunda suçlayıp duruyor. Bu ses uzun süredir susmadığı için bir o kadar zamandır hiçbir şey yayınlamadım.* Bunu yapmakta haklı mıydım, yoksa ben sustuğum dönemler dünya çok şey kaybettiği için Türk tarihine ihanet halinde miydim, takdirini anlamsız bir boşluğa bırakıyorum. Şaka yollu abartıyorum elbette. İnsan öz benliğinin kendisine verdiği kıymet kadar değil hakikat terazisindeki sıkleti kadar var ve kıymetlidir. Ama ölçülüp biçileceğimiz günler henüz ufukta görünmüyor; onlar daha gelmediler, o yüzden biteviye gaflet halindeyim. Hepimiz gibi ve hepimiz adına utanıyor ve üzülüyorum.

Cehennemi anlamak mümkün mü? Benim babamın yazdıkları yüksek matematiğin en zekilerin ve kalbi temizlerin anlayabildiği formülleri gibidir. Hayat, ehlinin anladığı bir şiirse pazarda patates satar gibi basit cümlelerle zaten anlaşılanı kör gözüm parmağına söylemek neden? Acizane ben, dünyayı kıskandırmak kılıfıyla ÇiftlikBank kuran bir sahtekar mıyım ki, pazar payım yüksek olsun diye herkesin anlaması peşinde koşayım? Asla ve kat'a. Delikanlılık şudur: Bir şiire, şiir gibi bir hayata durmalı. Gerçeklerden kaçmak korkakların işi. Mesele şudur: gerçek sanılan, kafa kanatan, baş ağrıtan avam gerçeklerini kırıp, yeni gerçekler inşa etmek. Gerçekleri, hayallerdeki gibi gerçekten dönüştürmeyi becermeli. Mesele budur "yeğen"! Çünkü bizler "Arz'ın halifesi"yiz. Belki Almanlar bunu daha iyi anlar: "Halife ü arzt."**

"Bazı" büyükler her ne derse desin bu ilk şoklarını kıyılarımızda hissettiğimiz fırtına basit bir akıl oyunu, algı yanılgısı değildir. Bu "kriz" son yirmi yılın da değil, en az son dört yüz yıldır devam eden bir gerilemenin mütemadiyen bize yaşattığı bir 4. evre kanser sekeratıdır. Bu basit bir fırtına değil konglomera ve/veya holdingler birliği seviyesinde örgütlü bir fırtınalar ligidir. Acısı kısa, orta ve uzun, her vadede katlanarak çıkacak, çok zekice kurgulanmış bir saldırıdır. Ama biz saldıranı suçlamak ucuzluğunda hıyar, kabak, kavun, karpuz seviyesinde bir algıda değiliz. Suç bizde, öz benliğimizde, kahrolası alt-kültürdedir. Başımıza gelmekte olan, kendi öz ellerimizle hazırladığımızdır.

Hazır, uyanık ve metin olalım eyy! kardeşlerim. Aslında, bonservisi en yüksek fiyatı verenin elinde kalacak forvetin göz yanıltan rövaşataları skor tabelasına değil sahanın tozuna, dumanına katkı yapmaktadır. Çok kandık, kanmayalım, çok gaza geldik, artık gaza gelmeyelim.

Evet, bu öyle bir sekerat ki, kahramanının her gün aynı yatakta, aynı gafletin boğukluğunda uyandığı ve içinden bir türlü kurtulamadığı "hep aynı gün"*** filmindeki gibi tekrar edip duruyor. Bir şeyler yapmalı. Bir devrim kurgulamalı.

Dibe vurmak önemli bir "şey". Görünen alemin en zayıf arayüzünde, yani fani dünyada, bize nasip olan bu coğrafyada, yaşadığımız bu diyarda, dünyanın kalanıyla beraber sadece yalan dünya seviyesinde yaşamayı bile tuhaf bir sahte imanla reddedip, o yalana ikinci, hatta üçüncü bir kat yalanı kusurları örtmek için gibi sanki çekip, boyayıp, gerçekliği bu kadar reddedebilen altkültürümüz yüzünden sahte kahramanlar eliyle teo-eko-politik bir hayvanat bahçesine çevrilmiş bu masum, mahzun, gaflet perdesinde boğulmakta olan "ev"imizde dibe vurmak bizi kurtaracak hamlenin kafamıza dank etmesine sebep olma ihtimaline binaen çok iyi bir şeydir. Öyle umuyorum yani.

Bunun artık tohuma durup, gerçeğe patlaması gerekiyor. Kriz, dibe vuruşumuza yapacağı rahmetli katkılarla umarız gerçek bir geleceğe kavmimizi ve kavmimizin önderliğinde dünyayı erdirecektir. Bu, Türkler için ne ağır bir yük. Türk dediysem, bir kök kod sisteminden, bir yeni kavimden bahsediyorum. Ehli anlıyor. Küçük adımlarla büyük iddiaların peşinden bir an olsun ayrılmamalıyız. Dünya haritanın tam merkezinden, bu Anadolu kıtasından yönetilmelidir.

Elbette "tecahülü arif" yapıyorum. Ne yapılacağını çok iyi bilenlerin en önde gelenlerindenim. Sizlere bakırı altın yapan iksirin patentinde adı yazanların arasından sesleniyorum. Dininiz, varlığınız, kimliğiniz sandığınız bu gaflet yumağını yani "alt-kültür"ünüzü reddedin. O sivilceyi patlatın. O kıymığı çıkarın. Aynada gördüğünüze teslim olmayın, yeni bir gün, yeni bir insan, yeni bir işletim sistemi yüklenmiş inançlı çelik gövdelerinizle saflara katılın. Bunca puştun arasında, puşta puşt diyebilen mümin hassasiyetiyle gelin tarihi kıralım. Kötü kaderi kırmak da yine Allah'ın nimetlerindendir. Fütüvvet kervanına katılalım.

Bu satırların ve daha pek çok yazdığımın akışında gizlediğim çok büyük bir var olmak nimeti var. Bu nimet; kavgası verilmezse kök kodlarda, hayal alemi ile misal alemi arasında kalır. Mesele bunu gerçek hayata çıkarabilmekte / indirebilmekte. Artık Allah hangisini nasip ederse.

Anlamıyorsanız kendinizi zorlamayın, aynı frekansın kuzuları değiliz demektir. Selam fetâlara, selam aynı dili hiç konuşmadan bile anlayabilenlere. Selam arkalarında gözü olanlara. Selam adamlara. Bu gerçek adamların sahteleri, aklı zayıf bir topluluktan önemli sahneleri çalmış, rolleri dışardan yazılmış "çıplak kral" sahteleri; bulanık bir köpük halinde artık patlamaktadır.****

Köpükler patladıkça kürsüler sarsılmakta, herşeyin dibe vurmakta oluşu müjdeli yarınların kökünün elbette tam da bugünde olduğunu bize hatırlatmaktadır. Bakara'da kimlere "siz biliyorsunuz" deniyorsa onlar bal gibi bildiğini uygulamadığı için lanetlenmişlerdir. Her ne kadar zarara kendi razı olarak girene rahmet olunmazsa da, ülkemizin dünya açısından taşıdığı anlam ve mazlum dünyanın rezerv/potansiyel süper gücü olması bakımından bu hallerden külliyen kurtulacağımıza ümidimiz tamdır. Yani hak ettiğimizden çok, bulunduğumuz siperlerin bize zorla hak ettirdiği değer üzerinden muamele görmeyi umuyoruz.

Ben dağıttım, okuyan toplasın. Aslında, Allah bizi toparlasın.
Ahmet Kubilay


* Yazmadım değil; yayınlamadım. Her Allah'ın günü itibariyle çoğu bu insan cangılının, kötü sevk ve idare edilen bu metropolün arka sokaklarında kaybedilmiş, kaydedilmiş ortalama 10 ila 20 sayfa yazıyorum.
** Arzt: Almanca doktor demek.
*** Same day, same sh*t.
**** DIŞ - SAHTEYAN MEZARLIĞI - GECE Son sahnenin ilk planı: Ve sahteler sahneyi terk eder

İKİ SEÇENEK: YENİ ZİHİN VEYA KÖTEK

“Çin halkı, herhangi bir yabancı gücün kendisine zorbalık etmesine asla izin vermeyecektir. Bunu denemeye cesaret edenler kafalarını çelik b...