Turlamaktan Turhan – 1038. macera

firar | sahte | kum | oyun | çöl | çelişki | gözlük | iskelet
Zülkarn sislerin arasından çıkageldi. Ben tam gözümü açmıştım ki ve Yeğeni Ali de gözünü tam açmıştı ki, Zülkarn sislerin arasından geldi. İlk defa onu bu kadar net algılayabiliyorduk. Gözleri tuhaf bir yeşil, gözbebekleri kocaman, alnı geniş, yahut genişlemiş, dudakları sert bir sabitliğe sahip, çenesi başını örten örtüyle sarılı, sakalları birkaç günlük ama yakışıyor, hemen önümüzde çok derin ve anlamlı bir susuşla bize bakıyordu. Sırtımızı duvara verip de ayaklarımızı uzatarak oturduğumuz balkonun karşısındaki balkonda bütün heybetiyle dikiliyordu. Dudaklarını açmadı, konuşmadı ama ne söylemek istediğini hissedebiliyorduk. İki balkonun arasındaki boşluğa, yukarı doğru bakmaya başladı. Bulanık görüntü ağır ağır renkten renge girerken, bulanıklığı oluşturan dumanlar dönerken dönerken yaşlı bir kadın resmi netleşti. Önce kadını gördük. Kadın hareket etmezken görüntü geriye gitti, kadın küçülürken onun sağ eliyle bir çocuğun elini tuttuğunu gördük. Kadının torunu kayıptı ve onu bulacak bir biz vardık. Biz de uğraşmazsak kim yardım ederdi biçare bahtı kara mâderin mâderine! Bazı varlık mertebelerini basamak basamak atlayarak, mümkün her alemi, gidilebilecek, girilebilecek her alemi yoklaya yoklaya torunu bulmamız gerekiyordu. Küçük çocuğun adını öğrenemedik. Gözlerimizi kapatıp, vazifemizi yapmamız icap ediyordu. Zülkarn ayrıntıların olduğu erguvan kadife kaplı bir dosyayı önümüze gönderdi ve sonra sol el sağ omuzda, sağ eli hafif omuz hizasında bize el sallarken önce flulaştı, sonra aniden kayboldu.
Dosyaya göz gezdirmeye çalıştık. Harfleri tek tek tanıyorduk ama bu harflerin oluşturduğu kelimeler, onların var ettiği cümleler bize hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bildiğimiz bir dili anlayamaz haldeydik. Sırt çantamızdan bir kavanoz yeşil hardal çıkardık. Birer kaşık yedik. Daha doğrusu birer kaşık dolusu yeşil hardalı ağzımızda tuttuk. O ağır ağır eridi, hücre hücre, doku doku vücut bütünlüğümüze karıştı. Etrafımızdaki olaylar ve varlığın şekli değişti, hayal bir dünya döne döne gerçekleşmeye başladı. Hayali bir dünyada gerçeği aramak nasıl olabilirdi? Gerçek kayıpsa, onu nerede aramalıydık? Kıyas imkanımız olmayacak kadar az şey biliyorsak, gerçeği bulduğumuzda onu kıyaslayabileceğimiz hangi yalana sahiptik ki, kıyasen gerçeği bilebilecektik?
Balkonda oturmanın sırası değildi. Odamıza geçip, sırt çantamızdan başka eşyamız da yoktu, olmazdı zaten, otelin ambleminin bütün aynalarına işlendiği banyoyu son kez ziyaret ettik ve altmış altıncı katın asansöründen aşağı neredeyse kayarak indik. Resepsiyondaki “falan filan” lakaplı eski şoför – yeni resepsiyonisti biraz yüklü bir bahşişle gönülleyip, bize çağrılan taksiye atlayıp, taksicinin bizi tanıdığını onunla karşılıklı olarak görmezden gelip, bütün bir yol boyunca ağzımızı bıçak açmayarak, havaalanına ulaştık. Havaalanında kafetaryalardan birine geçerek, uçağımızın kalkış saatini beklerken çay içtik, yeni çıkan aptal çok satan kitaplara baktık, bacak bacak üstüne attık. Taksi şoförümüz de yanımızdaydı. Bize konuşmadan refakat ediyordu. Refakat kelimesi arkadaş anlamındaki refik kelimesiyle aynı yerden geliyor. Falan Filan arkadaşımız değildi ama bize refakat ediyordu. Kalkış saati anonsumuz yapıldığında onu orada bırakıp, biz uçağa geçtik. Sonradan gelen bilgiye göre Falan Filan, biz oradayken popüler kültürün ürünü gördüğü için varlığını tiksintiyle karşıladığını söylediği bir gündüz kuşağı kadın programı ünlüsüne biz oradan ayrıldıktan sonra erimiş, beraber fotoğraf falan çektirmişler. O aptal sosyal medya sitelerinden birinde gördüğümüz fotoğraflardan sonra özü sözü bir olmayan bu Filan Falan’la eğer mümkün olacaksa teması azaltmaya karar vermiştik. Kişi arkadaşı gibidir.
Uçağımız bizim gitmek istediğimiz ve gideceğimiz yere gitmiyordu. Mesele uçakla bir yere inmek değildi. Bu pilottan rica edince olacak bir iş de değildi. Aradığımız çıkış vadisinin tam üzerine geldiğimizde sırt çantamızdan çıkardığımız zaman/mekan bükücüsünü çalıştırdık, hemen kanadı gören pencerenin içinde oluşan vakuma kendimizi bırakarak, vadinin ortasına kıç üstü ama yumuşacık ve güvenli bir iniş yaptık.
Bu nasıl bir vadiydi böyle. Yok, yok bir kanyondu. Doğu ve Batı’ya devam eden kanyonun sonu görünmüyordu. Her yer göz alabildiğine yemyeşildi. Üzüm bağıydı her yer. Üzüm asmaları her yerdeydi. Yerden yükselen sıcak çenemizin altına altına vuruyordu. Toprak çok açık bir krem rengiydi. Bu renk bir toprağın üzerindeki yeşil asmalar, asmalarda pırıl pırıl parlayan olgunlaşmış üzümler, gökyüzünde tek bir bulutun olmayışı, ayaktayken etrafa göz gezdirildiğinde birkaç kilometre ötedeki asmaların bile görünebiliyor oluşu, ara sıra tek tük kuşların asmalardan asmalara tam asmaların üzerinden onları teğet geçerek paralel uçmaları, bu uçuşlarından duyulan kanat sesleri, bu sesler dışında sessizliğin üzerine, dışına çıkan herhangi bir ses olmayışı, neredeyse sessizliğin sesinin duyuluyor oluşu bizi mest etti. Biz neyi arıyorduk?
Yalan bir dünyada gerçek bir çocuğu arıyorduk. Gözü yaşlı mâderin mâderinin sıska, öksüz, yetim torununu arıyorduk. Biz de o yaşlardayken tanışsak tipten ötürü muhakkak gıcık kapacağımız bu ufaklığa şimdi hüzünlü bir sempatiyle ve görev şuuruyla bakıyorduk. Bulunca da yakından bakacaktık.
Yeğeni Ali, bir kol hareketiyle sessizliği bozdu. Oysa ne güzel en derinden mest olmuş halimizle yeri göğü uzayan bir an boyunca seyrediyorduk! Ali’nin saçma bir heyecanla gösterdiği yerde beyaz bir at duruyordu. Aman Ya Rabbi, ne güzeldi!
Sıcak bunaltacak kadar üzerimize üzerimize geliyordu. Beyaz at orada çok uzakta duruyordu. Ata doğru yürümeye başladık. Asmaların fırsat bulduğu yerlerinden fışkırdığı beyaz kumlara bata çıka yürüdükçe daha da kan ter içine batıyorduk; daha da bunalıyorduk. O kadar bunalıyorduk ki içimizden kurduğumuz cümleler imla kılavuzuna çarpa çarpa zihnimizi toz toprak içinde bırakıyordu. Ama hava çok temiz, içimize çektiğimiz nefesler çok pırıltılı ve aydınlatıcıydı. Her yerden, kumlardan, yeşillikten, gökyüzünden ışık fışkırıyordu.
Biz yürüdükçe at aynı uzaklıkta kalıyordu. Beyaz ve uzakta. Saatlerce yürüdük. Saatlerce yürümek problem değil. “Gerekirse yıllarca arayacağız” diye çıktığımız bu maceralar/seferler bütününde yürümeyi dert eden adamlar değildik. Ama bu at biz yaklaştıkça uzaklaşıyor muydu, yoksa biz ileri yürüdükçe aslında geri geri mi yürüyorduk, işte bu kanyonun ait olduğu aleme has bi tuhaflık mı içindeydik, neydik! Kendimden, abdestimden emin olarak söylediğim gibi, problem yürümek, çok yürümek, hep yürümek değildi. O at hep aynı yerdeydi. Hedef at ve ata ulaşmak değil, sanki meselemiz yürümek gibiydi. Bütün dava yolda olmaktı.
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.”

Zihnimizden geçen “his”lerin Allah’ın kudretiyle yaratıldığı bu alemler bütününde asıl hedeften kopmaması gereken kullardık. Atı takip etmeye devam ettik. Bu oyunun esası, galiba, muhtemelen, muhakkak zihnimizdeki bir görüntüden ibaret olan atı takip etmekti. Süvariliğimiz atların sırtında değil, atların takibinde olmaktı. Bu oyun hiç bitmeyecek! Çünkü bu oyunun zaman boyutlarında, günlük hayatta, aynı hayatı fazla ciddiye alıyor oluşumuzdan kaynaklanan çok özel ve spesifik sebeplerden ötürü anlayamayacağımız farklılıklar vardı. Dışardan bakıldığında, bir dairenin içine hapsolunmuş ve sonlu olan bu zaman, dairedeyken asla tükenmiyordu. Mesele atı takip etmek de değildi. Mesele takipteyken doğru insanlar olarak davranmaktaydı.
Yoklukla varlığın kesiştiği noktada Zaman Çölü’ndeydik aslında. Kalbimizi dinlesek ayrı yanılıyor, aklımızı dinlesek başka türlü hatalara düşüyorduk. O zaman, Sığınılması Gereken’e sığınmaktan daha onurlu bir iş yoktu.
Turlamaktan Turhan ve Yeğeni Ali, ikimiz, hayırlı bir arkadaşlığın, sağlam bir refakatin mensupları, içimiz kumlara sinerek, etrafımızdaki yakıcı güzellik ve nefes kesici sıcağı içselleştirerek yol almaya devam ettik. Derken o beyaz atı kaybettik. Kanyonda yürüdükçe açılıyorduk. Çok yukardan bizi takip eden bir kartalın o keskin bakışının içinde birbirini takip eden iki ufacık noktacıktık. Kendi muhteşem çelişkimizin, bizi hayırlı ufuklara götüren sevimli, hayırlı, anlamlı, tutarlı çelişkimizin askerleriydik. Yürüyorduk.
Hissetmeye başlamıştık ki o aradığımız çocukla bu atın, bu kaybolmuş, gözümüzün menzilinden çıkmış ama kalbimizle hala civarda bir yerlerde olduğunu hissettiğimiz atın bir alakası vardı. Oyunu biz yazmamıştık ama aynı oyunun içinde en güzel biz oyun kuruyorduk. O çocuk buralarda bir yerlerde, bizim tarafımızdan kurtarılmayı bekliyordu.
Rengini artık kumlardan alan zahir gözlerimizle o beyaz atı yeniden gördük. Dünya gözüyle gördüğümüz at bu kez mekanda sabitlendi. Artık ona yaklaşabiliyorduk. Artık bize kendini yaklaştırıyordu. Galiba muhabbetimizle onu ehilleştirmeyi başarmıştık. Kaçmıyordu. Hemen orada önümüzdeydi. Kanyonun bittiği, içinde dolaşılıp, vakit geçirilmeden uçsuz bucaksız sanılabilecek asma deryasının ve kanyonun bittiği yerde, bir uçurumun kenarındaydı. Tuhaf Delilikler Kanyonu, daha derin bir uçurumla daha geniş bir kanyona, ancak Mars gezegeninde rastlanabilecek kadar geniş ve kupkuru bir kanyona açılıyordu. Kırmızı renkteki topraklarının bakanın gözünü yaktığı bu kanyonla aramızda bir beyaz at, bir de uçurum vardı. Atımız, uçurumun kenarından rahvan adımlarla uçuruma paralel yürüdü ve sağımızdaki kaya - duvarın içinde bir mağara ağzına girip, kayboldu. Peşinden seğirttik. Mağara aşağı doğru çok hafif, çok tatlı bir eğimle iniyordu. Suyla kaplı mağarada beyaz at, sulara girip kayboldu. Arkasından biz de serin sulara kendimizi çivileme bıraktık. O kavurucu sıcaklıktan sonra bu nasıl bir rahatlamaydı böyle! Su bizi mağaranın merkezindeki girdaba çekti. Hiç itiraz etmeden teslim olduk.
Girdap döne döne bizi aşağıdaki Kızıl Kanyon’a fırlattı. Kızgın kumlara yüz üstü düştük. Ağzımız burnumuz kıpkızıl kumlara bulandı. Üstümüzü başımızı “çırparak” doğrulduk. “O vahşi beyaz at” hemen önümüzde kumların üzerinde yatıyordu. Ölmüştü. Zaman tuhaf bir ıslıkla hızlandı. Atın eti çürüdü, geriye bir iskelet kaldı. Hüzünlendik.
Kumların arasından bir şeyin kafasını uzattığını gördük. Gövdesi metrelerce kumda gömülü bir ejder, kızıl gözleriyle bize bakıyordu. Kafası üç dört adam kafası büyüklüğündeydi. Ensesinden sırtına oradan da kumda görülmeyen gövdesine uzanan çelikten yaratılmışa benzeyen plak-yelesi o kafasını sağa sola salladıkça metalik çarpma sesleri çıkarıyordu. Bu korkmamız gereken durumlardan biri miydi hemen fehmedemeden, ejderin kızıl gözlerinin büyüsüne kapılarak, durduğumuz yerde hareketsiz dikildik. Hani bazı filmlerde altın, zümrüt, mücevher deryasını koruyan türden ejderler olur ya, acaba bu da onlardan mıydı? Herşey sabit durdukça uzayan dakikalar boyunca Ejder’le bakıştık. İçimden “adın nedir?” diye sordum. Çok net hissedilecek bir hitapla: “Tupturgul” dedi. “Sen nesin?” dedim. “Kırmızı Kitap’ın muhafızıyım” dedi. “Ejder’den muhafız oluyor mu?” diye sordum. “Ne demek istiyorsun?” diye izah istedi. “Muhafızlık daha düşük bir vazife değil mi?” diye maksadımı izah ettim. “Haa” dedi, “ejderim ama Kırmızı Kitabı korumak, hayatta tek uzmanlığı sadece bir şeyleri muhafaza etmek olanların güç yetiremeyeceği kadar zorlu bir iştir.” “Saldıranlar mı var ki onu koruyorsun?” diye sordum. “Hayır, kimsenin aklına ona saldırmak gelmez. Kaybolmasın diye onu koruyorum.” Bu ilginçti. Bir soru daha sordum: “Onu nasıl koruyorsun?” Gülümsedi. Gülümserken bir insan halini aldı. Uzun boylu, geniş omuzlu, siyah üniformalı, kafasında mübarek sarığı, heybetli, haşmetli biri oluverdi. Ve sorumu cevapladı: “Onu okuyarak koruyorum. Okumazsak etkisi kayboluyor. Daha çok insanın ihtiyacı var bu kodlara…”
Sonra kumların arasına ağır çekim düşerek kayboldu. Tam kaybolduğu yerde bir alet edevat kutusu gördük. Yeğeni Ali kutuyu açtı. Kutunun içinden bir okuma gözlüğü çıktı. Yeşil camlı çok lüks bir gözlük. Çerçevesi altındandı. “Ne niyetle okursak, oraya” deyip, gözlüğü taktım. Civara göz gezdirdim. Her yer yemyeşil bir kum deniziydi. Kumların arasında tanıdık tek şey beyaz atın iskeletiydi. İçimden bir hissî sevkle daha yakına gittim. Sadece baktım. Bakakaldım. Bu bir çocuk iskeletiydi. Ali durumdan haberdar değildi.
Ahmet Kubilay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İKİ SEÇENEK: YENİ ZİHİN VEYA KÖTEK

“Çin halkı, herhangi bir yabancı gücün kendisine zorbalık etmesine asla izin vermeyecektir. Bunu denemeye cesaret edenler kafalarını çelik b...