17 Ekim 2018 Çarşamba

SONRA BEN DE ÖLDÜM İŞTE

Sonra ne mi oldu? Öldüm, akış devam etti işte.

Bu ölmeden önce ölme meselesinin hakikatle bir ilintisi olmalı. Bunun, hakikatten bir payı olmalı. Bildiğimiz hayatın içinde akabilen, ikinci bir kat hayat olmalı. Bu içinde debelendiğimiz, alçak kodların memleketi olan dünya hayatının görünen dekoru birinci fiziktir. Bunun içinde, dışında, bilmediğimiz bir boyutunda, Hintli yılan oynatıcısının müziğiyle kıvrıldıkça döne döne yükselinerek girilebilen bir başka boyutta, ikinci fizik muhakkak var olmalı. Beş duyunun açıldığı, genişlediği, ölmeden önce ölmek anlamına gelebilecek, bütün renklerin dışında renklerin bulunduğu, bütün randevuların tüketildiği yerin çok uzağında bir yerde, gerçek bir buluşma yeri olmalı. Mevlana'nın tam olarak dediği budur. Sen bu anlattıklarıma, hikayedir, de geç. Anlayan anlayacak bütün bunları. Var eden yarattıysa öyle bir yer elbet vardır.

Bunun hikmeti nerde?

Loş ışıklı, neredeyse karanlık bir kütüphanedeyim. Onlarca metre uzayan okuma masaları, ışığı kapalı okuma lambaları, kimsesiz, etraf ıssız, hiç kimse yok. Bir tek ben varım. Kütüphaneci de yok. Bunu, kütüphaneciyi tanıdığımdan diyor değilim. Bu kadar büyük bir kütüphanenin muhakkak, hem de birden fazla kütüphanecisi olmalı. En azından ben öyle düşünüyorum. Hımm, bu bir rüya. Hayat nedir ki, iç içe akan rüyalar. Ne zaman ki bu rüyalar rüya düğümlenmesi sendromu neticesi boz bulanık akmaya başlar, ortalık karışır, kafalar karışır, ruhlar daralır, rüya gören kimse bu yeteneğine pişman olur. Her taraf karman çorman. Felaket bir daralma. Ne diyordu Peygamber, "insanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar." İşte tam orda devreye başka bir mesele daha giriyor. Bir de ölmeden önce ölmek var. Demek ki, ölmeden ölmeyi becerebilenler; diğerleri, o kuru kalabalık tarafından anlaşılmayacak bir surette aslında ölüdürler, artık onlar şahittirler ama çoğu anlamaz; o anlamayanlar o kadar sağdırlar ki ölülerin halinden anlamazlar. Artık onlar şahittirler. "Onlara ölü demeyiniz." Yoksa ölmeden önce ölmek ne anlama gelebilirdi ki?

Aradığımız lineer olmayan bir dildir. Başlarda kendisi bizim  irademiz dışında akan, bizim sadece kulak verdiğimiz bir lisandır. Ehliyet kazandıkça, uzmanlaştıkça, "o" oldukça da o lisan artık bir lisandan çok fazlasıdır. O lisanla beraber bir "biz"in parçası olunmuştur.

O bilinen Türkçe, İngilizce, Arapça, Sankskritçe'den ayrı, apayrı, başka bir dildir. Bütün dilleri aynı anda, tek seferde içerebilen bir dildir.  Bu dil, ancak bu dili anadili gibi konuşabilenle yüz yüze tanışanların anlayabileceği bir dildir. Bu kağıttan, kürekten okunup öğrenilmez. Bu dille yazılmış bir metni, yazanla aynı halleri paylaşmadan anlayabilmek namümkündür. Mevlana, Mesnevi'de kulağıyla görenler, gözüyle işitenlerden bahseder. Mesele beş duyuyu çok çok genişletip halleri okumak, gündüzün ortasında gecenin dip karanlığını görebilmek, aldatılmadan anlamak, bir bakışta kendi hakikatini inkar eden insancıkları tedbirli bir bakışla hayatından eleyebilmek yeteneğini geliştirmektir. Mesele ayvaz olmaktır. Ayvazlığın ne olduğunu anlamaktır.

Bu metindeki dil de o dildendir ki bunu ancak belli bir pratiği yaşayanlar şipşak, çocuk oyuncağı gibi anlayıverirken diğerleri, hiç bir pratiğe sahip olmayanlar, "ne diyor bu" der, geçerler. Anlamıyorsan sen de öyle yap. Kendini yorma. Buraya kadar okuduysan ve hiçbir şey anlamadıysan o güzel aklına, o nazik idrakine yazık. Biraz da "bu şiir gibidir" de, öyle geç.
Ahmet Kubilay

İKİ SEÇENEK: YENİ ZİHİN VEYA KÖTEK

“Çin halkı, herhangi bir yabancı gücün kendisine zorbalık etmesine asla izin vermeyecektir. Bunu denemeye cesaret edenler kafalarını çelik b...