Bu
ölmeden önce ölme meselesinin hakikatle bir ilintisi olmalı. Bunun, hakikatten
bir payı olmalı. Bildiğimiz hayatın içinde akabilen, ikinci bir kat hayat
olmalı. Bu içinde debelendiğimiz, alçak kodların memleketi olan dünya hayatının
görünen dekoru birinci fiziktir. Bunun içinde, dışında, bilmediğimiz bir
boyutunda, Hintli yılan oynatıcısının müziğiyle kıvrıldıkça döne döne
yükselinerek girilebilen bir başka boyutta, ikinci fizik muhakkak var olmalı.
Beş duyunun açıldığı, genişlediği, ölmeden önce ölmek anlamına gelebilecek,
bütün renklerin dışında renklerin bulunduğu, bütün randevuların tüketildiği
yerin çok uzağında bir yerde, gerçek bir buluşma yeri olmalı. Mevlana'nın tam
olarak dediği budur. Sen bu anlattıklarıma, hikayedir, de geç. Anlayan
anlayacak bütün bunları. Var eden yarattıysa öyle bir yer elbet vardır.
Bunun
hikmeti nerde?
Loş
ışıklı, neredeyse karanlık bir kütüphanedeyim. Onlarca metre uzayan okuma
masaları, ışığı kapalı okuma lambaları, kimsesiz, etraf ıssız, hiç kimse yok.
Bir tek ben varım. Kütüphaneci de yok. Bunu, kütüphaneciyi tanıdığımdan diyor
değilim. Bu kadar büyük bir kütüphanenin muhakkak, hem de birden fazla
kütüphanecisi olmalı. En azından ben öyle düşünüyorum. Hımm, bu bir rüya. Hayat
nedir ki, iç içe akan rüyalar. Ne zaman ki bu rüyalar rüya düğümlenmesi
sendromu neticesi boz bulanık akmaya başlar, ortalık karışır, kafalar karışır,
ruhlar daralır, rüya gören kimse bu yeteneğine pişman olur. Her taraf
karman çorman. Felaket bir daralma. Ne diyordu Peygamber, "insanlar
uykudadır, öldüklerinde uyanırlar." İşte tam orda devreye başka bir mesele
daha giriyor. Bir de ölmeden önce ölmek var. Demek ki, ölmeden ölmeyi
becerebilenler; diğerleri, o kuru kalabalık tarafından anlaşılmayacak bir
surette aslında ölüdürler, artık onlar şahittirler ama çoğu anlamaz; o
anlamayanlar o kadar sağdırlar ki ölülerin halinden anlamazlar. Artık onlar
şahittirler. "Onlara ölü demeyiniz." Yoksa ölmeden önce ölmek ne
anlama gelebilirdi ki?
Aradığımız
lineer olmayan bir dildir. Başlarda kendisi bizim irademiz dışında akan, bizim sadece kulak
verdiğimiz bir lisandır. Ehliyet kazandıkça, uzmanlaştıkça, "o"
oldukça da o lisan artık bir lisandan çok fazlasıdır. O lisanla beraber bir
"biz"in parçası olunmuştur.
O
bilinen Türkçe, İngilizce, Arapça, Sankskritçe'den ayrı, apayrı, başka bir
dildir. Bütün dilleri aynı anda, tek seferde içerebilen bir dildir. Bu dil, ancak bu dili anadili gibi
konuşabilenle yüz yüze tanışanların anlayabileceği bir dildir. Bu kağıttan,
kürekten okunup öğrenilmez. Bu dille yazılmış bir metni, yazanla aynı halleri
paylaşmadan anlayabilmek namümkündür. Mevlana, Mesnevi'de kulağıyla görenler,
gözüyle işitenlerden bahseder. Mesele beş duyuyu çok çok genişletip halleri
okumak, gündüzün ortasında gecenin dip karanlığını görebilmek, aldatılmadan
anlamak, bir bakışta kendi hakikatini inkar eden insancıkları tedbirli bir
bakışla hayatından eleyebilmek yeteneğini geliştirmektir. Mesele ayvaz
olmaktır. Ayvazlığın ne olduğunu anlamaktır.
Bu
metindeki dil de o dildendir ki bunu ancak belli bir pratiği yaşayanlar şipşak,
çocuk oyuncağı gibi anlayıverirken diğerleri, hiç bir pratiğe sahip olmayanlar,
"ne diyor bu" der, geçerler. Anlamıyorsan sen de öyle yap. Kendini
yorma. Buraya kadar okuduysan ve hiçbir şey anlamadıysan o güzel aklına, o
nazik idrakine yazık. Biraz da "bu şiir gibidir" de, öyle geç.
Ahmet
Kubilay