12 Şubat 2020 Çarşamba

YENİ DÜNYAYA GİDEN KAFİLELER

1. “Hiçbir komando kapalı bir yerde düşmanının kendine gelmesini beklemez. (Komandolar) Sadece açık alanlarda savaşırlar. Mavi berenin mavisi gökyüzünden gelir.” 

“Komandolar, piyadelere benzemiyor. Uzun bir süre aynı yerde duramıyorlar. Sürekli hareket hâlinde olan hafif silahlı seyyar birlikler. Sırt çantalarının içine yeter miktarda erzak, bol miktarda mühimmat ve cephane dışında hemen hiçbir şey yerleştirmiyorlar. Kendileri için açtıkları üs bölgelerine "geçici üs bölgesi" diyor, bir yerde en fazla bir gece konaklıyor, dağ tepe gezip düşmanı arıyor, düşmanı gördükleri an peşlerine düşüyor, mevzilenip tereddüt etmeden ateş ediyor, çatışmaya başlıyorlar. Uyarı atışı yok. esir almak yok. Komandoların dünyası böyle. Bu yüzden pkk'lılar komandolardan ölesiye nefret ediyor, ölesiye korkuyor. Komandolardan alamadıkları intikamı yollara mayın döşeyerek gencecik çocuklardan alıyor.” 

“Pkk'lılar ise sürekli vur-kaç taktiği uyguluyor. Komandoların açık alan savaşçıları olduklarını bildiği için mağaralarda, yeraltı sığınaklarında saklanıyor, komandolar gibi açık alanda uyuyamıyorlar geceleri. Bubi tuzakları ve mayınlar pkk'lılarındır. Pkk'lılara kalleş denmesinin sebebi de budur.” 

“Bitmek bilmeyen bir tepe kapma oyunu... Yukarıda olanlar "hakim"de, aşağıda kalanlar "mahkum"da oluyor bunun adı.” (Alıntı: Anglachelm) 

2. ALMAZLARDAN DAĞA KAÇ! Hür bir seçim yapabilmek çok zor. Uçmak istediğinizi söylerseniz en yakın çevrenizden itibaren kademe kademe bu hususta tersinden pek yetenekli bir kavim vardır "sizi düşürmeye çalışan". Fetva bulurlar, geleneğe başvururlar, dayılar ve teyzeler vardır, en koyu ve estetiksiz bir yeşile meftun hacıemmiler vardır, eski örnekler anlatırlar, iftira atarlar, ukalalık yaparlar, yaralarından sızan cerahatı misküanber gibi sürünür, karın gurultularını Itri, Dedeefendi namıyla takdim ederler. En yeteneklisi gavur başkanına sürüngen ve beceriksiz bir İngilizce'yle "hay, ay layk yu" diye "tweet" atar... Ve hiç utanmazlar. Burası Almazistan. Yüzde yetmiş ila doksanı ayak takımı kültürüyle hemhal bir toplumdur. Lakin, ne varsa kalan yüzde on ila otuzda var. Ümidimizi dipdiri tutan bir kalabalık azınlık. Tarih onların sırtında duruyor, din, vicdan onların yetenekli omuzlarında. Bu yüzden çok ümitliyiz. Zora dayanan, imkansızı deviren bir iç kavim de var. Peki ya kalanı ne yapmalı! Hazret-i Pir'in ifade ettiği gibi "onlardan dağlara kaçmalı". Ve/veya şairin emrettiği gibi "onları görmezden gelmeli!" Zavallıcıklarımız... 

Almazlardan dağa kaçmalı/ köylüleri görmezden gelmeli. 

3. İNSANLAR BAZEN İnsanlar hata yapar. İnsanlar bazen çok büyük hatalar da yapar. Ama insanlar bazen başka insanlara büyük hataları affettirme imkanı vermezler. Bazen insanlar, başka insanlara ne kadar pişman olduğunuzu, vicdanınızın en derin yeriyle duyduğunuz pişmanlığınızı ifade etme imkanı vermezler. İnsanlar bazen sizi kasıtlı veya kasıtsız kötü olduğunuz bazı zamanların içinde boğulasınız diye bırakırlar. İnsanlar bazen sizi boğsun diye o kötü olduğunuz anları çoğaltır, sizi en büyük kötü yaparlar. Siz en büyük kötüsünüzdür. Vicdanınız kör, aklınız dumur, berbat bir insansınızdır. Herhangi bir iyiliğe takatiniz, kabiliyetiniz, imkanınız yoktur. Saf kötü olan bizzat sizsinizdir. İnsanlar bazen bütün dünyayı karaya boyarlar. Siz de onların fırçasısınızdır. İnsanlar bazen daha az insana benzerler. İnsanlar bazen... 

4. BÜTÜN MADENLER MADENSİZ ÜRETİLEBİLECEK. Suni et üretiyorlar. Reaktörle altın üretiyorlar. Enerji pahalı, maliyet yüksek. Yeni enerji teknolojilerinden sonra distopya başlayabilir. Cer hocası modelli nesillerle buna karşı durmamız imkansız. Durum daha da kötüleşecek görünüyor. Alt-kültürden kurtulmazsak halimiz yaman. 

5. ALÜMİNYUM MU? “Romalı kuyumcu imparator Tiberius'a yeni bir metalden yapılmış kadehi gösterdi. Kadeh alışılmadık hafiflikte ve görünüşü gümüş gibiydi. Kuyumcu imparatora bu metalin sıradan bir malzemeden yapıldığını söyledi. Bu metalin yapılma tekniğini sadece kendisinin ve (tanrıların) bildiğini gururla ekledi. İmparator kuyumcunun sözleri karşısında meraklandı ve derin derin düşündü. Her yerde bulunabilen sıradan kilden bu parlak metalin üretimi kolaylıkla yayılabilir ve olan hazinedeki altın ve gümüşlere olurdu.Bu yüzden, kuyumcu ödül kazanmayı beklerken kellesini kaybetti.” 

İmparator çoğalan, yaygın olan şeylerin değerini kaybedeceğini ya bilmiyordu yahut da bu kaide o çağlarda geçerli değildi, kim bilir. Belki de bu yeni metal kontrol dışı bir şekilde çoğalıp yaygınlaşırken, elbette er geç değerini kaybedecek, altın ve gümüşün karşısına çıkamayacaktı ama bu (süreç)in başlarındaki gerileme de impatorun hazinesini çökertmeye yetecekti. Belki de imparator bu kadar uzun da düşünmemiştir. Nasıl olsa ölüm de, kalım da bir tiranın iki dudağının arasındadır. Neticede yırtılan Hacı Bekir’in yakası. Ama bütün yetkinin tek adamda toplanması da sonunda Roma’yı yıkacaktı. 

Elbette Roma her zaman tek adam tarafından yönetilmedi. Roma; hem de milattan önce yaklaşık beş yüz yıl boyunca senatonun üstün yetkileri ve senatonun seçtiği kısıtlı yetkili liderlerin eliyle güçlendi, bilinen dünyanın en önemli kısımlarına hükmetti. Ne kadar enteresandır, bundan ikibin ila ikibin beşyüz yıl önce, Roma’da beş yüzyıl boyunca sürmüş bir cumhuriyet vardı. Batı medeniyetinin dünyanın kalanına galebe çalışının arkaplanında bu kadar erken dönemlerde tek şahısları aşan kurumsallığı başarmış olmaları yatıyor. Hani bindiğimiz lüks arabalarıyla, kullandığımız akıllı telefonları, hastalanınca kullandığımız ilaçları keşfeden laboratuvarlarıyla, o kadar çok cepheli örnek vermek mümkün ki, en pratiği batılıların üretmediği şeyleri sayıp, “bunlar dışında her şey” demek olsa gerek, hayatımızın her anında altı yönümüzü kuşatan teknolojisi, gidişatımızı maalesef rüzgarında sürükleyen siyasetiyle batı; bu arkaplandan, bu zeminden var olmuş ve olmaya devam ediyor. Bu hakimiyet de öyle hayali havan atışlarıyla yıkılacak gibi görünmüyor. 

6. BU KAPI İÇERDEN AÇILIR. Bunların çoğunun anlamayacağı yepyeni bir lisanın ta içinde, ta kendisiyiz. Tarihin başlangıcından da öncesinden beri insanlar lineer bir akışta,dili en fazla bir iletişim aracı olarak kullanıyor. Oysa dil aslında insan donanımının yazılımıdır. Yeni insan yeni dille inşa olunur. İkinci fiziğin kapıları yeni dille açılır. "İnen" bilginin en can alıcı boyutları bilinen ve yaygın bir dille inmemiştir. O'nun ahlakının sırrını anlayıp, onunla ahlaklanmak ne lineer, ne nonlineer olmayan bir dille konuşabilmekle mümkündür. Kılık kıyafetle, dedikoduyla uğraşanlar tali meselelerle uğraşadursunlar, gerçek adalet ve büyük huzur; yeni dil ve yeni insanla mümkündür. 

7. Almazlığın tunç kanunlarından biri: Bir almaz duygu-durumunun bozulduğu durumlarda, yenilgi durumlarında herşeyi ters yüz ederek okur. Akı kara, karayı ak görür. Seçenekler arasında en abesini, kendisine ve etrafa en çok zarar verecek olanı seçer. Yani farkındalığı negatiftir. 

8. BİR YAZ GÜNÜ GEÇTİK TUNADAN KAFİLELERLE! İlerleyelim arkadaşlar. İlerde çok boş yer var. Önceki görüşümüz bizi bir yere götürse idi zaten orada olurduk. Geldik mi, orada mıyız? Hayır. Orada olmadığımıza göre eski görüşümüz bizi bir yere götürmemiş demektir. Bunu idrak ettiğimiz, bu kafamıza dank ettiği andan itibaren bir fetret çizgisi çekiyor ve öncesinde her ne ve her kim varsa yaşanmamış, yok, keenlemyekun kabul ve ilan ediyoruz. Ne sağ, ne sol. Ne Truman milliyetçiliği, ne Amerikan islamcılığı. Özellikle son üç yüz yıl yok. Nereye gitti? Kayboldu. Gömdük fetret dönemi iyi ve kötülerini. İyi de olsalar gömdük, kötü de olsalar. Ne oldu? Yandı, bitti, kül oldu. İnek de, öküz de, dağ da, balta da kayboldu. Kurtulalım altkültürün ikinci sınıf ağırlıklarından, yüklerinden. Gerçekten yeni bir ülke ancak o zaman mümkündür. Önce o iç ülkeyi ruhumuzun dehlizlerinde, şuurumuzun derinliklerinde, kendi aramızda kuralım.
Ahmet KUBİLAY

11 Şubat 2020 Salı

GÖKTEN KUTLU BİR MAKİNA


"Hak geldi, batıl zail oldu!"

1. Deus ex machina... İşlerin tıkandığı anda, artık “hikaye”nin daha ileri gitmesi imkansız  görünürken ansızın ortaya çıkıp beklenmedik biçimde sorunu çözüveren kişi veya "şey"e denir. Bir kitabı, hikayeyi ansızın ve saçma sapan bir şekilde bitirmeye de deniyor. Bazı hikayeler öyledir. Saçma sapan şekilde biterler. Umulmadık, beklenmedik, hesaplanmadık biçimde.
Bizim hikayelerimizdeki "gökten düşen üç elma" ile bu "deus ex machina"nın alakası yok. Bizim öyle çözümlerimiz yoktur. Basitçe anlatır geçeriz. Belki de sorun "gerçek hikaye"yi kaybetmiş olmamız. Aramızdan hikayesi olan kurumlar, isimler çıkarmalıyız. Son zamanlarda çok hikayesiz, çok renksiziz. Buna itiraz edenlere de peşinen söyleyeyim: yalanın bini bir para bir bağlamda gerçek zorla barındırılamaz. Fıtratın yalanı eleme huyu vardır. Yalan er geç çöker. Ama geride enkaz bırarak. Basitçe: hakikatsizliğin hakikati yoktur.

2. Sen kimsin ki bana emir veriyorsun, diye sordu rütbesiz asker, yani er. Uzun boylu sarışın bu çemkirmeyi görmezden gelerek bürokratik bir ciddiyet ve diplomatik bir netlikle: "ben senin komutanınım" dedi. Daha iki günlük asker olan rütbesiz asker ortamın ciddiyeti, bağlamın göreneğinden habersizdi. Zamanla düzelmesi umulan bir cahilliği omuzlamış, orada öylece dikiliyordu. "bana komutanım diyeceksin." Bu sert çıkış karşısında biraz önceki tavrıyla aslında komutanını yoklayan rütbesiz asker hızlı bir geri vites yaptı. Bu komutan tahmininden çok daha dişli çıkmıştı. Yüksek sesle bağırarak "emredersiniz komutanım" dedi. Komutan sakin ve yumuşacık bir sesle: "Öğle yemeğine ne kadar vakit var" diye sordu. Rütbesiz er "derhal öğrenip geliyorum komutanım" diye gürledi. Tam yemekhaneye doğru koşacaktı ki zil çaldı. Zil çalıyorsa öğle yemeği vakti gelmiştir. Komutan: "tamam, tamam, devam et" dedi ve yemekhaneye doğru yol almaya başladı. Bugün asker karavanasından yemeye karar vermişti. Koridorda ilerledikçe yemyeşil bir asker denizini yararak devam ediyordu. Denizin ortasında bir kanal sağdan soldan hızlı çekilen bir fermuar gibi açılarak devam ediyordu.

3. "Peki bu simülasyonu oluşturan kişi, bizleri bir klasörde unutmuş olabilir mi?"
Ağır ağır ilerliyordu zaman. Zamanın bu ağır ilerleyişi onu idrak eden varlıkların idraki açısındandı. Yoksa zaman ne ağır, ne de hızlı akıyordu. Aslında o akmıyordu bile. Ama o ilk kıpranış var ya. İlk harekete geçiş.
İnsan ışık hızına ulaşırsa kütlesi sonsuz olur diye hesaplanıyor. Kütlemiz sonsuz oldu ve zamanımız da durdu. Hangi adımı atarak zamanı tekrar akar hale getirebiliriz. Tekillik bu sorunun cevabını nasıl verebilir?

4. Belki de bir gün (O) herkesi toplayacak ve "İçinde yaşadığınız 3 boyut dışında bir boyut yaratamayacağımı düşündünüz, değil mi?" diyecek. "Oysa siz daha yaşarken, oradayken etrafınızda çok daha fazlası vardı." O bunu neden yapacak ben de tam olarak bilmiyorum. Eğer böyle bir şey varsa kendisi ve bildirdikleri dışında bilen olabileceğini de sanmıyorum.
Kapalı bir sistem dışarıdan veri girişi olmadıkça içerdekiler tarafından gerçek anlamda yorumlanamaz. (Dinin vahiy meselesi) kapalı sisteme dışardan veri girişidir. Burada da bir "mesele" doğar. Bu kapalı sisteme dışardan gelen bilgi akışı da mecburen o kapalı sistemin dili, mantığı, formülleri ve idrakine uygun olacaktır. Bu durumda da bu kapalı sistemin dışından gelen veriyi gerçek anlamda anlamak mümkün olacak mıdır?

5. Günler sabuna basıp kayan bir insan gibi kontrolsüz bir şekilde yuvarlana yuvarlana düşüp, gidiyor. Bir şeyleri kontrol etmek belki de acizliğin tersinden ve paçoz bir dışavurumu. Bırak düşsün, bırak kaysın, bırak varacağı yere varsın. Zaten varacağı yere varmasını engellersen, onu durdurursan veya başka bir istikamete yönlendirirsen er geç duracağı yer, varacağı yer zaten yine "varacağı yer"dir. Bırak varacağı yer'e varsın.
Peki ya sonra?
Gerçekten sonrasını çok merak ediyorum. İnsan duruma göre korkmalı belki belirsiz, asla varacağı yer'e varmadan bilemeyeceği şeyden, o belirsiz şeyden korkmalı insan belki. Ama ben sonrasını, gerçeği çok merak ediyorum.

6. İnsanlar ikiye ayrılır: Dar zamanların insanları, geniş zamanların insanları. Dar zamanların insanları sayıca diğerine kıyasla neredeyse yok miktardadır. Herkes aynı dünyaya geliyor ama kimi dar zamanların insanı, kimi geniş zamanların insanı oluyor.

7. Başparmak Meselesi
Başparmak nedir, ne işe yarar? Yaratılan her şeyin yaratılışında muhakkak hikmet vardır. Bir bedenimiz, iki kolumuz, iki elimiz, her elimizde beşer parmağımız var. Beş parmağın beşi bir değil. Bir tanesi başparmak. Başparmak Türkçe'de bitişik yazılan iki kelimeden oluşur: baş ve parmak. Başparmak, parmakların başıdır. Diğer dört parmak yan yana dururken, baş parmak biraz onlardan ayrı, biraz yan da olsa onlara bakar vaziyettedir. Evet, başparmak diğer dört parmağa biraz yan bakar. Mesela insan asker olduğunda sağ eliyle asker selamı verir. İşte bu selam esnasında diğer dört parmak da başparmak karşısında esas duruştadır.
Başparmağın Türkçe'de çok bilinmese de bir adı daha var: badem parmak. Şahsen ben bunu bir sözlükten öğrendim. Demek ki sözlükler olmasa bilmediğimiz daha ne çok kelimeler olacak. Badem parmak ifadesi kulağa başparmak kelimesi kadar karizmatik gelmiyor. Baş ol da, ister soğan başı ol; diye bir atasözü olan bir toplumda başparmak elbette karizmatik bir kelime olacaktır. Bu atasözü şüphesiz toplumun bakış açısında mühim bir noktaya parmak basıyor. Maalesef aynı kalabalık içinde iyiler parmakla sayılacak kadar azlar. Belki de bu vaziyet herkesin baş olmak sevdasından kaynaklanmaktadır. Dunning-Kruger etkisi denen fenomen yüzünden de seciyesi düşük olanlar, seciyesi daha düşük kalabalıkları parmaklarında oynatıyorlar. Herkes "ne olacak bu ülkenin hali" sorusu üzerinde uzun uzun konuşur da kimse gerçek çözümlere gelince parmağını oynatmıyor. Parmak ısırtacak kadar zekice analiz yapabilenlerin stresten tırnaklarını yiyeceği kadar tuhaf işler, tam da bu yüzden oluyor.

8. Nasreddin Hoca'ya hiç, bir şey icat edip, etmediği sorulmuş. Ekmek arası kar yemeyi icat ettiğini, ama sonra kendisinin de bunu beğenmediğini söylemiş: "Kar helvasını ben icat ettim ama onu ben de beğenmedim."
Nasreddin Hoca milli kodlarımızın bir nevi özetidir. Milletçe de hem yeniliklere çok açığızdır, hem de kendi icat ettiğimizi kendimiz beğenmeyiz. Dünya yüzünde ortaya çıkan müsbet menfi pek çok yeniliği hemen intibakla benimseriz ama aynı hızda kendimize benzeterek aslında kısa süre sonra o yeniliğin özünü reddederek çorbaya çevirip, bir tuhaf alt kültür kodları yumağına eklemleyiveririz. Evet, eğri oturup, doğru konuşmalı. Milli "alt" kodlarımız bu konuda biraz sabıkalıdır. Gerçeği gerçek olarak tespit ve teşhis etmeden sorunları çözüp, yeni yollar açmak mümkün değildir. Vesselam.
Ahmet KUBİLAY

5 Şubat 2020 Çarşamba

HANGİ DEREDEN HANGİ TEPEYE?

(Random) gibi görünse de hangi dereden hangi tepeye olduğu da önemli!

1. Bir yazar tanıdığım bir gün durup dururken felsefeye son noktayı koymaya niyetlenip bir koli dolusu felsefe kitabı temin edip bir kapıcı dairesine kapanıp henüz ancak en çok bir hafta geçtiğinde vaz geçtiğini anlatmıştı. "Bir şeye son noktayı koymak!". Aslında herkese nasip olmayan bir şey bu. Çığır açmanın bir çeşidi mi acaba?

2. İnsanoğlunun ulaştığı bilimsel bilgi seviyesinde zaman ile mekan ortak bir başlıkta tek ve bitişik bir şey olarak ifade ediliyor: Uzay - zaman. Bu tek bir kavram.

3. Kızdığı şey her neyse bu kızdığı şeye sebep olan insanların alışkanlıklarıyla dünyaya ve sorunlara bakarak aslında yine onlardan biri oluyordu. Maalesef onlarla aynı frekanstaydı.

4. Biraz dereden tepeden takılayım dedim. Şair "beni böyle havalar mahvetti" derken ben de "beni bilinç akışı mahvetti" desem mi acaba! Neyse kendi kendime dertleşiyorum (yoksa dertleniyorum mu...)

5. e. e. cummings, hiç büyük harf kullanmadan yazmış bütün kariyeri boyunca. (Yani neredeyse. İlla bu kararı vermeden önce de yazdıkları vardır. Ama bu kadar keskin tespit dilin harcı değil. O yüzden:) E. e. Cummings yazarken asla kullanılması gereken yerlerde büyük harf kullanmamış diyeceğiz.

6. Günler günleri kovalarken aslında kovalanan bizmişiz. Saklansak da, ortalıkta açık hedef halinde dikilip veya dolansak da av bizmişiz. Aramızda bunu çok geç fark edenler var.

7. Ekmeklerin ekmek olmaktan çoktan çıktığını söylemiş miydim? Yumurtalar, peynirler, sütler, pekmezler, reçeller hakeza. Ve bal. Balı unutmayalım. Bal artık belki başka bir evrende bulunabilecek bir meta, bir gıdadır. Şu anlamayanın asla anlamayacağı mesele aslında çok daha derin ve köklü ve memleketşumül meselelerin özünü o kadar güzel anlatıyor ki. Lakin bu kadar - söz meclisten dışarı -eşşek*, haşa min huzur, bin yok-huzur fiy memleketi orrâkiye yani işte bu gayrikabil-i hitap kütle, sürü, işte her neyse... Fuzuli diyordu: "söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil!" O yüzden kesinlikle "siz"in olmadığınız bir sokak, mahalle, şehir, bölge, ülke, dünya, evren planlıyoruz.

8. Bu kadar namuslu hanımın olduğu bir memlekette, bu kadar çok sorunlu proje mahsulü derme çatma kulübenin olması ne kadar enteresan değil mi Turhan?

* Bizim eşşeklerin adı şeddeyle yazılır.

YÂR BİZE JOKERLER MEDET

"Çalınmış Mektup" başlıklı bir hikâyede anlatılan bir oyun var. Adı: "Tek mi, çift mi?" İçinizden bir sayı seçiyorsunuz ve hangi sayıyı seçtiğinizi açıktan söylemeden sadece ve sessizce muhatabınızın yüzüne bakıyorsunuz. 

Muhatabınızın aklınızdan geçeni bilmesi lazım yoksa oyunu kazanamaz. Oyunu kazanmak istemiyorsa da sorun yok.

Bir de bildiğiniz halde söylememeniz mümkün. Veya doğru bilip yanlış söylemeniz. O da işin eğlencesi. Neticede dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibaret değil mi? Bu oyun ve eğlence meselesi üzerinde çok düşünüyorum ben. Bununla çok oynuyorum. Bu beni çok eğlendiriyor.
Nolan'ın Joker'li Kara Şövalye'si muhteşem bir metin. Seyrederken ve seyrettikten sonra ilham ettikleri muhteşem. Dehşet bir zeka eseri ve çok ciddi bir oyun dehası taşıyor. Hazret-i Joker şahsında muazzam bir temsil kabiliyetiyle Batı medeniyetini gösteriyor. Nerede başardılar, nerede yanlış yaptılar. Bize de aynı soruları sorduruyor: Nerede başaramadık, nerede yanlış yaptık.

Joker, sık sık "Ne bu ciddiyet?" diye soruyor. Ama kastettiği suratlardaki o abusluk. Yoksa işinde, gücünde en harbî ciddiyet, Joker'inki. Çin'in "joker"i Mao'nun da dediği gibi: "kedinin siyah veya beyaz oluşu değil, fare tutuşu önemlidir."

Joker, sanki bu "oyun-eğlence" meselesini çok iyi anlamış. Hem oynuyor, hem eğleniyor. "Şeyler"i, yani "eşya"yı geri dönülemez biçimiyle, özünden değiştiriyor.

Oyun böyle oynanır arkadaşlar; maalesef oyun böyle oynanır. Şu bizim sümüklü çeyrek adamcıkları ciddiye almayın.

Bu bizim maymun Çarli takımı önce bu batının çelik zırhlı duvarına yanaşıp "snıf snıf" sümük attılar. Bu yaptıklarını da "beyik" bir cihat, beyik bir atılım, hamle, huruç, yerlilik falan sandılar. Sonra çelik zırhlı duvarın görünmez kapılarından çıkan bazı ifritler bu bizim sümüklüleri yakalayıp efendilerine götürdü. İfritlerin efendilerinden zılgıtı yiyen bizim mahallenin dar gelirli sümüklüleri önce korktu; sonra itaat etti. Durum bundan ibaret. Mücadele, destan falan fıstık çokunu çıkarmamak, çok da şeyapmamak lazım. Zekaca nasipsiz müşterileri bile sonsuza kadar aptallatıp, azı çoka çıkaramazsınız. Az azdır. Kıt, aslında her zaman kıt idi.

Bunlar hep oyun - eğlence işte. Serin durun. Karizmatik olun. Joker'in hikmeti ve ihlası ve ihsanı gibi... 

KESMEYİN TIRAŞI

Bir berberle bir kasap komşu imiş. Her ikisinin de aynı yaşta birer oğlu varmış. Bu iki komşu her gün çocuklarını güreştirirmiş. Hep kasabın oğlu yenermiş. Kasap, oğluna her gün et yedirirmiş; berber her gün oğlanın kafasını sıfıra vururmuş.

Her gün tıraş edilen oğlan bir gün kasabın oğlunu tuş edivermiş.

Bu hikayeyi ben de o çocukların yaşındayken bir terziden dinlemiştim. Terzi kendini kasaptan çok berbere yakın hissediyormuş olmalı!

Bizim terzi de elinde olmayan sebeplerle yapmak istediği bazı işleri yapamayan kendini toplum denen canavar makinanın mağduru hissedenlerdendi.

Terzi, o zamanlar askere alınmada boy sınırı her neyse onun bir santim altında olduğundan askerliğini yapamamıştı. Bir gün bir müşteri ayna karşısında taraya taraya kör ettiği saçlarının dökülmesinden şikayet edince bizim terzi ona: “Keşke boyum bir santim uzun olaydı da saçım hiç olmayaydı.” demişti çocuksu bir hüzünle.

Hiç ummadığınız yerlerde, belki hayatında kitap okumamış insanlar ruhlarındaki irfanı  böyle enteresan derinlikli hikayelerle dışa vururlar. Elbette "derinlikli"... Mantra gibi... Hikaye çok mantıklı görünmüyor diyorsanız haklısınız. Her gün et yiyen çocuğu her gün tıraş olan bir çocuk nasıl yenebilir? Ama kazın ayağı öyle değil işte.

Hayatta hiç ummadığımız, hesaba kitaba gelmez işler aslında o kadar sık gerçekleşiyor ki! Bunu anlatmak da işte böyle mantra gibi ilk etapta mantıkla telif edilemeyen ama anlamı insanın kafasında zamanla oturan bir derinliği ifade etmenin çok kestirme bir yoludur.

Yazasım kaçtı: Kıssadan hisse, özetle tıraşa devam edin, bir gün galip geleceksiniz.

İÇİNDEKİ İÇİNDEDİR

-Ruh adama söz ver!
- Ruh adama söz veriyorum uslu çocuk olmayacağım. Efendi görünümlü alçak olmayacağım.
- Aferim, git elini yüzünü yıka. Ancak böyle dayak yiye yiye öğreniyorsun.
1492 miladi senesinde, Amerika kıtasının sahipleri olan kızılderililer, Kristof Kolomb'u denizde kayıpken, keşfettiler.
Ahmet Kubilay

Son zamanlarda ana dilimden kesinlikle kopmamakla birlikte biraz dedelerimin diliyle okuyup yazıyorum. Okuyor, yazıyor, pis kokulu böcükler gibi ufkumuzu işgal eden, tavanlarımıza sinen, zemini çasçamur berbat eden avamın dilinden uzak duruyorum. Bir rahatım, ne kadar rahatım; sormayın. Oh, dünya varmış. Hatta evren, çoklu evrenler de hakikaten var imişler. O kadar mı gümrah, bu kadar mı aşkın olunur. Sözüm meclisten dışarı, şu istemeden bahsettiklerimin topunu Allah cennetine vasıl etsin inşallah. Amin. (Eşşek cenneti de mecazi bir cennet değil miydi? Zaten bunların sorunları da cenneti, huzuru, rahatı bu dünyada aramaları. O zaman bulsunlar efendim. “Anadolu irfanı”ndan süzülen bir deyimle: “Bize uzak, Allah’a yakın olsunlar.”)

Uzatmadan, ezcümle, “yazsan ne faydası var” havasına kısmen hak verir gibi olmuştum. Çok yüksek bir dille sadece Süleyman gibi kuş dili bilenlerin anlayacağı konular dışında yazıp çizip yayınlamıyor idim.

Ammaaa...

Amma velakin aklı bizden bile fazla bir üçte bir, tahmini yüzde otuz var. Eski dille: bir “sülüs”ümüz sadece bu “kımıl”lara, sistem arızalarına, bug’lara değil tüm dünyaya yeter.
Aslında “(yolda kala)kalanlara”yüzde bir bile yeter.* O manada gayet bereketli, gayet muhteşem bir toplumumuz var. Onların hatırına yazmalı, yazmalı, yazmalı.

Bin yılın en yüksek koşusunda bir an soluklanmamalı. “Yorulduğun zaman başka işe koyul!”
Neyse bu can sıkan orklara, amerikan cızlamcılarına, Nato-Şato zılliyetçilerine de akışı, vatanı, memleketi bırakmamak lazım. Sekiz köşeli aka yıldızının, ta Horasan’dan akıp gelen “iyi bilgi”nin yıldızının işaret ettiği bütün yönlerde kazıklar çakmak, gerçek, hakikaten gerçek, gerçekten gerçek, dipdiri, müthiş akıllı ve çalışkan ve verimkar, bereketli ve su gibi arı duru görüntülerde görünür, kısaca her yerde var olmak lazım.

Yanlışın bu kadar standart olduğu bir dünyada, inadına çalışkan, inadına doğru olmak lazım. Biz, dostlarım, yüksek zekaya inanmaya devam edelim. Fosil yakıt çağında warp teknolojilerini planlamak lazım.

Bugünü de katarak son birkaç asrı hem ibret alacak kadar çok iyi bilmek lazım, hem de “duygusal” anlamda zararını görmemek için, yeni bir kavmin, o “sülüs”ün yarışta “öteki”lerden kopup, medeniyet koşusunda atağa geçmesi için, o varla yok arasında olanları görmezden gelmek lazım.

Yani bu kifayetsiz muhterisleri iyi biliriz ama taraf değiliz. Bu işler kayıkçı kavgası.
Elbette “Memlekette tek uyanık sen değilsin.” diyorum böyle söyleyenlere. O zaman...

O zaman, “Memleketin bütün uyanıkları birleşin!” Acil olarak hemen birkaç nesil içinde kökten, kafadan bir “devrim” gerekiyor.

Bizim ışınlanma teknolojisine geçmemiz şart. Bir de moleküler manipülasyon! Haydi, fırla, fırla, fırla!

* "İnsanlar içlerinde işe yarar ancak bir tane bulabileceğin yüz develik bir sürüye benzer." H. Ş.

AKA DUR

Sevgili arkadaşım Âdem,
Nasılsın, iyi misin? İyi olmanı Cenab-ı Hak’tan diler; küçüklerinden ellerinden, büyüklerin gözlerinden öperim. Sen mi kusurlusun, ben mi önemini kaybedecek kadar uzun bir süredir görüşemiyoruz. Hayat böyle bir şey işte. Akıp gidiyor. Buna akış diyenler hiç de yanılmıyor.
Görüşmediğimiz bunca uzun süredir benim hayatım çok farklı damarlarda, hayat denen nehrin kâh derin, kâh dar, kâh geniş, kâh daracık kollarında; kâh hızlı, kâh yavaş akıp durdu. Aslında hâlâ durmadı. Akmaya devam ediyor; akaduruyor. Şurası “gerçek” ki birisi bana “aka dur” demiş olmalı!

Hakikati işaretleyen ve bir yerlerde sabitlemeye çalışan birtakım kelime oyunlarını da böylece geçtikten sonra söylenecek neler var bir düşüneyim. İşte bunlar, şimdi söyleyemediklerim, aslında söze dökülemeyen şeyler. İşte şu anda bu satırda, burada var olan kelimeler, aslında olmayan kelimelere işaret ediyor. Yoklar ama gerçekte varlar. (Veya tam tersi). Ama bu bir yönüyle, baskın yönüyle de gerçeğe işaret ediyor. İşte gerçek böyle bir şeydir. Hem oradadır, buradadır, hem yoktur. Olmayışı varlığına tuhaf bir şekilde tersinden kanıt yöntemiyle delil olan şeye gerçek denir. (Lacan da “küçük a objesi” diyor. Bununla alakalı mıdır;  onu da sen bil.)

Sözün çoğu abdala söylenir. Yahut “aptal” mıydı bilemedim. Seni bu “gerçek”le, işte bununla başbaşa bırakıyorum. Gerçek bayramlarda buluşmak üzere!

AMERİKAN OSKAR KARA LİSTESİ

Bu  çok kötü bir senaryo. Dizi gereğinden çok fazla uzadı ve bilmemkaçıncı sezonda hâlâ ilk sezonlardaki olayların berbat (flash back) tekrarlarını seyrediyoruz.

Ahali de yeni sezonlardan artık ümit devşirmiyor. Salon pek havasız. Salondan müşteri kaçar kaygısıyla pencere açtırmadıkları için hazirun beyninde hayalle gerçek birbirine karışmaya başladı. Zamanın behrinde koca bir imparatorluğu çökerten hayaletler gerçek numarasına yatıp yatıp, hayal pilavlarıyla midesini şişirdikleri seyircilerden şu noktadan sonra boşuna alkış ve geçer puan beklerler. Gidişatın havalı olduğunu düşünenler ya işletmeden ufak tefek pay alan kör buçukluk ortaklar yahut havasızlıktan ötürü ciğerleri ve beyinlerine yeterli oksijen gitmeyen bir kısım gariban takımı. Ahali her ne kadar asırlardır bulanık düşünmeye (aslında pek düşünmemeye), hissetmeye ve ufak tefek meltemler dahil her çeşitli rüzgâr hareketi karşısında savrulmaya alışmışsa da bu kez, bu kadar açık farkla ilk kez, alttan gelen yeni sürüm genç vatandaş marka ve modelleri artık seyirci olmamayı tercih edecek görünüyor.

Ortalıkta her ne varsa şu noktadan sonra, hassas siyasetle, incelikli nezaketle ve ihtimamla muamele görmelidir; çünkü üç vakte, tek nesle kadar hakiki antika olacaklar. Bilinen değerlendirme ölçüleri ve şimdiki değerler sistemi ile değer taşıdığı düşünülen her ne varsa çok uzak değil, kısa ile orta vade arasında çok daha kıymetlenecek. Köşebaşçılarına çok iyi davranalım çünkü gelecek bir yönüyle de antikalarındır. Yaşayan geçmişi koruyalım.
Deliren durulur, enayi akıllanır. Burası ne Meksika, ne Kolombiya’dır.

KOLAY YOLUN ZOR ADIMI


İlk adım genellikle zordur. İlk adımdan sonra koşma taklidi yaparsanız, ilk yüz metre zor geçse de ilerleyen yüz metreler ve kilometreler zaten birbirini çekecektir. Bir altkültür sorunu olarak ilk adımı atarken zorlanmak... Bazen hiç atamamak. Yıkılması gereken kötü alışkanlıklardandır. Korkmayın, siz aslında sadece bir adım atacaksınız. Gerisi gelecek, adımlar kendi kendini atacak, yollar paket olacak, gelecek karşınızda secdeye kapanacaktır. Caizdir. Siz secde edilmeye layık bir varlık çeşidisiniz. Sadece bunu bilin istedim. Bunu bilin istediğim için yazıyorum. Kulağınızı benden esirgemeyin.

Şimdi başlayabiliriz. Şimdiyi anlamak için dün, bugün, yarın çizgisini tek bir noktaya toplayabilmek gerekiyor. Bu uzun ve zahmetli çizgiyi ne yapıp edip “singularite” içine, tekilliğe tevhit edebilmeliyiz. Anlamayanlar için tekrarlayayım: kaç kez tekrarlanırsa tekrarlansın anlamayacaksınız; zahmet etmeyin.

Gavurun dişini kıracak demir leblebi olmayı planlıyorum. Gavur da sadece senin bildiğin gavur değil. Senin bilmediğin, öz akraban seviyesinde daha çok gavur var; bunu da bil isterim. Bu coğrafyada esner ama kırılmaz bir iç set, bir iç kavim alanını koruyan, kurgulayan, tanımlayan bir iç duvar olmazsa olmaz. Yeni bir kavim, bir iç kavim. Beraber istikrarlı bir sabite sahip ama zıtları aynı doğru yolda birleyebilen bir büyük aile şart oğlu şart. Nasıl olsa anlamayacaksın. Var git işine... Daha doğrusu iş diye tanımladığın tanımsız ve nesillerden beri ihracatını avuçlamak odaklı verimsiz ticaret ve siyasetine... Döner avuçlar, döner avuçlar! “Varsın eşkıya bellesinler!”

Güneşin şimdiki gibi batma huyu olduğu gibi yeniden doğma huyu da var. Bu döngü basit bir insan diliyle anlatılamayacak kadar karmaşık bir döngü olan “kıyamet”in ta kendisi. (Motor ısındı, yokuş aşağı, fren zorlanıyor, balatalar kıpkırmızı.)

Güneşin tekrar doğma huyu var. Hep beraber olsun. Yeni bir ülke, yeni bir medeniyet, yeni bir duvar; ehli olmayanın ve haricinin ham hayalât ve ütopyadan ibaret zannıyla (ki güzel ikk usulüdür), bakacağı ve o sayede anlaşılmayacak, hafife alınacak bir sadme, bir hayırlı kırış/kırılış, nefsin zarlarını yırtış, yeni insana doğuş olsun.
Muhakkak olsun.

BU ŞEY BU KORKU


İçimizde öyle derin ve anlamsız bir korku var ki söyleyebileceklerimizin hemen hemen hiçbirini söyleyemiyoruz. Bu korku bizi kısıtlıyor. Bu korku gözlerimizi zayıflatıyor, görüşümüzü karartıyor. Bu korku nesillerdir bizi takip ediyor. Bu korku nesillerdir kültürümüzün ırzına geçiyor. Bu ne korkusudur?

En kötüsü; bu korkuyu tanımlamak o kadar zor ki. "Korku dağları bekliyor!". Ne muhteşem bir ifade bu. Ne harika bir söyleyiş. "Korku dağları bekliyor!" Bu çok modern bir ifade biçimi. O kadar modern ki bunun ifade edilebileceği bir zaman dilimi, daha kolay kolay, üzerimizden asırlar geçmeden bize gelemez.

Bu korku zihnimizi toplamamızı engelliyor. Bu korku, bu korku, bu korku. En kötüsü nedir, biliyor musun sayın okuyucu? Bu korku tanımlanamıyor. Daha da kötüsü nedir? 

Tanımlanamadığı gibi, bu korkudan haberimiz bile yok. Evet, bu korkunun gücü, neredeyse kimsenin ondan haberdar olmayışından geliyor. Haberdar değiliz. Bu korkudan haberdar değiliz. Bu korkudan haberdar olmadığımız için de ona karşı bir tedbir geliştiremiyoruz. Her günümüzü, her günümüzün her saat, her dakika, her saniyesini bu korkuyla yaşıyoruz. Bu korku yüzünden en gerilerde, en altlarda, en aşağıların aşağılarında yaşıyoruz ve ara sıra bu pozisyonumuzu fark etsek de, anlamlı bir sebepten haberdar olmayışımızdan ötürü, bulunduğumuz halden çıkamıyoruz.

Bulunduğumuz halden çıkamıyoruz çünkü bu halin neyin nesi olduğundan, bu halin bizi mahvettiğinden haberimiz yok. Kendimizi bilemiyoruz, kendimizi bulamıyoruz. Çünkü herşeyi mahveden bir korku herşeyi mahvediyor.

Nedir bu korkunun tanımı? O ifade edilemeyen, o farkında olunmayan, o korkunç, o çok tehlikeli. O "şey". O "korku". Bu "şey". Bu "korku".

Farkına varmak için tanımlanması gerekiyor. Tanımlandığında artık ortada korkulacak bir şey kalmayacak. Bu korkunun kaynağı nedir? Bu nedir?

Bu almazlıktır. "Almazlık". En kutsal korkumuz. Herşeyi mahveden, madde-antimadde çiftlerinin evrenin boşluklarını doldurduğu gibi, kozmik arka alan ışınımın ilk patlatıldığı, yaratıldığı günden beri evreni kaplayışı gibi herşeyi işgal eden bu şey almazlıktır. Bu “büyük hayvan”dır. Küfrün çok özel ve enteresan bir biçimidir. Ve can sıkacak, can acıtacak kadar buradan, bizden ve yerlidir.

Almazlık gaflettir. Almazlık ihanettir. Almazlık ihanettir. Almazlık adı konmamış "şey"dir.
Kurtulunması gereken bir şeydir. Almazlık alt-kültürdür. Almazlık kifayetsiz muhterisliktir. Almazlık bir "nomos" sahibi olamamak, namussuzluktur. 

Tekrar söylüyorum, bu, almazlığın farkında olduğumuz an bitirecek bir işgaldir. Kurtuluş gafletten uzak bir hayat sürmektedir.

MÜZİK DÜZEN


...Türk sanat tarihinin Batıya en çok yaklaştığı eser budur. 'Ben İnsan Değil miyim' de ileti olarak Batılı tarzda sorgular fakat formu daha çok 'şarkı'dır.”
A. Ellidokuzoğlu


Müziğin yazıya dökülmesi mümkün değil. Sadece onun insanda doğurduğu çağrışımları subjektif biçimde yazmak mümkün.

Müzik nedir? Hani aynı kelimeyi defalarca tekrar edince kelime bize yabancılaşır, onu ilk defa duyuyormuşuz, başka bir dünyanın dilinden bir kelimeyi söylüyormuşuz gibi tuhaf gelmeye başlar ya bize. Küçükken "portakal, portakal" derken portakal kelimesini düşünmenin bana hissettirdiği tarifi imkansız, biricik, benzersiz, tekrarlanması irademiz dışında, kendine has bir tesadüfle ancak "bir şekilde" rast geldiğinde hissedilen tuhaf duygu. İzahı zor. Bu ancak yaşayanın ne kastedildiğini anlar gibi olacağı şeylerden. Aynen onun gibi, müzik hakkında düşünürken "nedir müzik, nedir" sorusu dilime dolandı. Ruhumun ayakları bu soruda dolaştı. Sesler arka arkaya belli bir düzende diziliyor. Bazen insan sesi müziğe eşlik ediyor, bazen müzik insan sesine eşlik ediyor. Bazen de müzik tek başına konuşuyor. Nedir müzik, nedir?
Müziğin yazıya dökülmesi mümkün değil derken onun ayrı bir dil oluşunu kastettim. Yoksa müzik “nota” diline dökülebiliyor. Emojilerin ayrı bir dil oluşu gibi her bir müzik eseri de sadece onu dinleyenin, tecrübe edenin okuyabildiği biricik ve tekrarlanmaz (unique) bir mesaj taşıyor. Her dinleyende farklı, her dinlendiğinde farklı.

Müzikle matematiğin ilişkisi olduğunu söyleyen düşünce adamları var. Şimdi onları düşünmeyeceğim. Vasıtasız, sebepsiz müziği düşünmeye devam edeceğim.

Müzik muhakkak bir aletle, vasıtayla yapılıyor. Yaşadığımız dünyada pek çok ses var. Bu seslerden anlamlı bir şekilde örgütlenebilenlere müzik diyoruz. Müziğin arkasında bir şuur olmak zorunda.

İnsanlardan başka kuşlar da müzik yapıyor. Bir amaçları var, bizimkine nazaran zayıf seviyede olsa da şuurları var. Ses teli alet, ağız, burun alet, insanoğlunun icat ettiği yüzlerce, binlerce müzik enstrümanı alet. Klasik ayrımda vurmalı ve üflemeli çalgılar var. Bir de dijital çalgılar var. Dijitalde ses tümüyle bir yazılımla ne vurularak, ne üflenerek, yazılarak, kodlanarak üretiliyor. Dijital kodlar biçimindeki yazı direkt müziğe dönüşüyor.
Müziğin ortaya çıkması için insanoğlunun bir şeylere vurması veya üflemesi ve bu etkiden doğan seslerin belli bir matematik, ritim, düzen içinde çerçevelenmesi gerekiyor. Müzikle düzen fikri bağlantılı.

Bir iddiaya göre kainatın bir müziği varmış. Dönen bütün bu yıldızlar, galaksiler belli kayıt teknikleriyle duyulacak bir müzik üretiyormuş. Yani evren kocaman bir orkestra gibi davranıyormuş.

Evrenin müziği hangi kulakla duyulur bilmem. Evrenin müziği derken belki de tek bir eserden değil de geniş bir repertuvardan bahsediliyordur. Bilim dili ile okunabilen şey, müziğe de çevriliyor olabilir. Yahut ikisi de, hepsi de aynı şey olabilir. Akılla bakıldığında bilim, gönülle dinlendiğinde müziktir belki de.

Genel anlamda soruyorum: Nedir müzik, nedir?

CANAVAR YAKINDAYDI


Telsizden duyulan ses yeni ve öncekilerden daha büyük patlamalar olduğunu söylüyordu. Göz gözü görmeyecek kadar duman ve sis vardı. Hava yağmurdan hemen sonra pozisyonundaydı ve patlamalardan bizim üzerimize ağır ağır inen toz bulutu her şeyi daha da kötüleştiriyordu.

Üşüyorduk bir taraftan da. Benim elimde son şarjörün son kurşunu kalmıştı. Yanımdaki arkadaşlarda o da yoktu. Tek mermimiz vardı ve işte o da bendeydi. Bunca insanın sorumluluğumu üzerimde hissediyordum. Toplam yedi kişiydik. Ve sağ salim buradan kurtulmamız gerekiyordu.

Telsizin ucundaki arkadaşı artık kayıp sayıyordum. İstediği kadar yardım diye yalvarsın ona yaklaşmamız mümkün değildi. Canavar çok yakınımızdaydı.

Telsizden “imdat” çığlığı duyulurken o ana kadar duyduğumuz en büyük patlamayı duyduk. Sağır oldum sandım. En az bir yarım dakika / otuz saniye hiç bir şey duyamadım. Kulaklarımda herşeyi birden duyar gibi bir korkunç uğultu. Sonra bir boşluk. Ardından gelen bir hissizlik.

Ayaklarım tutmuyordu. Ayağa kalkamayacak gibi hissetsem de kendimi zorladım. Arkadaşlara işaret verdim: “Beni takip edin.” Sanki ben nereye gideceğimi biliyordum.
Etrafımızda kurşunlar uçuşmaya başladı. Bunların kör atış olduğunu biliyordum. Düşman bizi görmüyor fakat nerede olduğumuzu tahmin ediyordu. Belki tahmin de edemiyordu da artık rast gelirse diye ateş açıyordu.

Düşman bir yönde olduğuna ve geriye üç yön kaldığına göre şansımız dörtte birdi. Bir de işin kısmet boyutuna sığınmak lazım. Sığınmasan kaç yazar.

İlk kestirdiğim yöne koşmaya başladım. Hemen arkamdan geliyorlardı. Yağmur birden boşalmaya başladı. Rahmete yordum. Herşeyi hesaplayamazsınız, bazen koşmaya devam etmek gerekir.

ABBAS YOLCU

Yolculuğa çıkmak tabiri üzerinde düşünmek istiyorum. Sizi de buna ortak etmeye çalışacağım. Durmaktayızdır, yürümemiz gerekir. Yolcu olabilmemiz için bir yol gerektir; bir de yolun ulaşacağı en az bir hedef. Kelimenin tam anlamıyla bir yolculuk bir son hedefe ve aralarda daha küçük ara- hedeflere ve mola, durak yerlerine sahiptir. İnsan yolculuğa çıkandır. İnsan yolcudur. Bir de deyim vardı: abbas yolcudur; bağlasan durmaz.

İnsanın var oluşunun ulvi bir gayesi var. İnsan kul. İnsan savaşçı. İnsan mücadeleci. İnsan, en az Abbas kadar yolcu.

Yol varsa yolcu da vardır. Yolcu varsa, yol da vardır. Yol ve yolcu birbirini tamamlayan iki başat unsurdur. Bir paranın iki yüzü gibi yol ve yolcu birlikte var olur. Elbette üzerinde gidilmeyen yollar da vardır ama bir yol üzerinde gideni yoksa neden "yol" diye adlandırılsın ki! Üzerinde gidilmeyen yollara yol denmemeli. Onlar hiç-yoldurlar.

Yolculuk kısaysa ona en fazla gezinti denebilir. Öylesine gezer, sonra ilk başladığınız yere dönersiniz. Gerçek bir yolculuk uzun olanıdır. Hatta "gerekirse" yıllarca sürenidir. O halde, yolcunun tekilliğinin abesliği prensibine ulaşırız. Yolcu yalnız olmamalı, yalnız kalmamalıdır. Yolcu benim anlayış evrenimde illa çoğul kullanılan bir tabirdir. Öyleyse doğrusu yolcu değil yolcular olacaktır.

Yolun ulaştığı son hedefe "menzil" denir. Bir yere çıkmayan yollara çıkmaz yol denirken, tarihin bir döneminde de "bütün yollar Roma'ya" çıkıyordu. Roma İmparatorluğunun bütün coğrafyasını kendine yollarla bağlamasının ifadesidir. 

Bir de yolu olmayanlar var. Onlara "yolsuz" diyoruz. Allah kimseyi yolsuz bırakmasın.

Yola girmek var; bir de yoldan çıkmak var. Her şeyin yolunda olması var. Yolunu, izini kaybedenler; yolunu doğrultanlar var. Yol yorgunları, yol düşkünleri var. Yolun başı, bir de sonu var. Yolun ortalarında bir yerlerde, hemen yolun kenarında bir ulu ağaç var. İşte insanın hali bu ulu ağacın altında dinlenen ve az sonra yola devam edecek olan yolcunun hali gibidir. Emrolunduğu gibi: "bunu onlara temsille anlat!"

Ömür de biter, yol da... Haydi hayırlı yolculuklar!

İKİ SEÇENEK: YENİ ZİHİN VEYA KÖTEK

“Çin halkı, herhangi bir yabancı gücün kendisine zorbalık etmesine asla izin vermeyecektir. Bunu denemeye cesaret edenler kafalarını çelik b...